Sonu 9 ile bitecek olan bu yılın sonu 8 ile bitmiş bu yıldan ne farkı olabilir bilmiyorum. Bana ne getirir ne götürür onu da hesap edemiyorum. Çok da umrumda değil şu anda. 365 günün hepsi için endişelenecek, hayal kurabilecek, merak edebilecek kadar heyecanlı değilim çünkü. Sakinim sadece. Çok uzun saatler boyu çalıştım bu gün, öyle minicik kaldı ki bedenim, kimsecikler görmesin beni ondan başka şimdi. Gelsin yatağıma yorulmuş kemiklerimin yamacına ve uyusun, iyileşsin, iyileşelim beraber. Ya da öylece uzanıp yan yana aynı tavanı izleyelim nefes sessizliğiyle. Sevdiğim, beyazbir tavan ve bir yorgan.. Tüm dileğim bu, bu gece.
Bilet almadım.
Wednesday, December 31, 2008
Monday, December 29, 2008
yorgun kedi

Öyle yorgunum ki. Uzandım, ayak ucumda kaynar su torbam, hiç bir şey düşünemediğim o anın gelmesini uyumayı bekliyorum. Kemiklerim dinlensin. Gözlerim, kapakların altına saklansın. Hadi, şimdi...
Bu sefer sakarlıktan değil ama buzun üzerinde yürümek zorunda kalmaktan popomun üzerine düştüm. İki gündür otobüs koltuklarında uyumaktan perişhanım. Lastikçideki tek kadın olarak bir buçuk saat tekerleklerimin değişmesini donarak bekledim. Yorgunluk, gücümü alıyor. Yaptığım şeye inanma gücümü. Dimdik durup, düşmemem, erkek işi denilen her şeyi sakince yapabilmem, sağlam olmam gerekiyor sanırım.
Bir yerlerden bir peluş hayvan bulup sarılmak istiyorum. Gecenin karanlığında beni güneş altında tanıyan hiç kimse göremez ki. Sabah yine kalkar, makyaj yapar, kimseye bir şey çaktırmadan devam ederim.
Isınıyorum. Uyuyorum heralde...
Bu sefer sakarlıktan değil ama buzun üzerinde yürümek zorunda kalmaktan popomun üzerine düştüm. İki gündür otobüs koltuklarında uyumaktan perişhanım. Lastikçideki tek kadın olarak bir buçuk saat tekerleklerimin değişmesini donarak bekledim. Yorgunluk, gücümü alıyor. Yaptığım şeye inanma gücümü. Dimdik durup, düşmemem, erkek işi denilen her şeyi sakince yapabilmem, sağlam olmam gerekiyor sanırım.
Bir yerlerden bir peluş hayvan bulup sarılmak istiyorum. Gecenin karanlığında beni güneş altında tanıyan hiç kimse göremez ki. Sabah yine kalkar, makyaj yapar, kimseye bir şey çaktırmadan devam ederim.
Isınıyorum. Uyuyorum heralde...
Friday, December 26, 2008
sarkaç
Artık yapayalnızım, bu garip bir huzur veriyor içime. Yıllardır dişlileri içime geçmiş zemberek boşalmış gibi ve şimdi küçük kıvrık bir telin ucunda havada salınım hareketi yapıyorum. Hava öyle güzel ki, sedece ben kokluyorum. Güneş her gün sadece benim özgür bedenimin üzerine doğuyor. Aslında huzur değil bu, ben sadece doğduğumdan bu yana özlemini duyduğum kendime kavuştum.
Havaya tutup inceliyorum ellerimi, parmaklarımı, kemiklerimi. Gülümsüyorum parmaklarıma bakarak, farkedilmiyor uzaktan gülüşüm, sadece dudağımın kenarları havaya doğru kalkıyor. Sonra parmaklarım havada avcumda birleşiyor. Avuç içimde tırnaklarımı hissediyorum. Mutlu değilim. Yeni yılda mutluluk dileyecek kadar bile umudum kalmadı mutlu olacağıma dair. Tek kişilik koltukları hiç sevmedim, yalnız kahvaltı yapmaktan ise gerçekten iğrenirim. Bir zamanlar biriyle ayrı evlerde olsak bile hayatı paylaşıp mutlu olabildiğim zamanlarda kalıverdi sanki bi yerlerim.
Hiç kıyaslanabilir mi sabah yüzünü yıkarken banyo aynasında kendini görmekle, yeni uyanmış sevgilinin siyah gözbebeklerinde dağılmış saçlarını görmek?
İyi ve kötüyüm.
Ormanda yürümeye devam etmeliyim.
Havaya tutup inceliyorum ellerimi, parmaklarımı, kemiklerimi. Gülümsüyorum parmaklarıma bakarak, farkedilmiyor uzaktan gülüşüm, sadece dudağımın kenarları havaya doğru kalkıyor. Sonra parmaklarım havada avcumda birleşiyor. Avuç içimde tırnaklarımı hissediyorum. Mutlu değilim. Yeni yılda mutluluk dileyecek kadar bile umudum kalmadı mutlu olacağıma dair. Tek kişilik koltukları hiç sevmedim, yalnız kahvaltı yapmaktan ise gerçekten iğrenirim. Bir zamanlar biriyle ayrı evlerde olsak bile hayatı paylaşıp mutlu olabildiğim zamanlarda kalıverdi sanki bi yerlerim.
Hiç kıyaslanabilir mi sabah yüzünü yıkarken banyo aynasında kendini görmekle, yeni uyanmış sevgilinin siyah gözbebeklerinde dağılmış saçlarını görmek?
İyi ve kötüyüm.
Ormanda yürümeye devam etmeliyim.
Thursday, December 25, 2008
40. kapı, 40. oda ve 40. anahtar
Hep söylerim. Bazen bazı şeyleri bilmemek en iyisidir. Bazı bilgiler fazladır, ipe ya da yokluğa götürür adamı. Bu gün öğrendiğim ve elimin bir türlü varamayıp yazamadığı bu şey mahvetti tüm dengemi. Yere atıp kırdı en sevdiğim gözlüklerimi.
Bu gece yıllardan sonra ilk defa yalnız uyuyup, yalnız uyanacağım.
Bu gece yıllardan sonra ilk defa yalnız uyuyup, yalnız uyanacağım.
Saturday, December 20, 2008
gece gece
Çok kötüyüm. Önüne geçemediğim çok büyük bir huzursuzluk var içimde. Cümle kurabilecek halde bile değilim.
Thursday, December 18, 2008
you don't fool me
Buldum! Ben buldum onu neden böyle hayvanlar gibi sevdiğimi, niye uzağımdaki bu adama hala bu kadar sadık olduğumu, beklediğimi, özledimi, korktuğumu, hayran olduğumu sonra delirip uzak durduğumu. Hepsinin nedenini buldum bu sabah!
O her şey!
Minik bir kız veledin babası olabilecek kadar şefkatli lakin huzursuz kaçak bir sevgili. Hem şehirin içinde kaybolmuş bir kentli hem doğudaki köyünün efendisi. Yer yüzündeki en düz erkek ve mubalağa ediyorum ama gizli bir gay. İnandığına körükörüne bağlanan bir faşistken içten içe savunduklarıyla sosyalist. Bedenini, beynini her güzel kadının sevmesini isteyen bir arsız ve fekat tek bir kadının aşkına kendini adayabilecek kadar romantik. Kelimelerin ve ritmin virtüözü bir sanatçı ama parasını cerrahpaşaolarak kazanan bir bilim adamı. Sapık ama sadık. Sadık mamafih kuralsız. Kuralsız fakat bağlı. Bağlı, vefakar ve vicdanlı lakin deli. Deli ama deli gibi akıllı. O benim hem bıçağım hem pamuğum.

O benim her şeyim. Çünkü o her şey. Daha azıyla yetinemem artık, daha normal biri çocuğumun babası olamaz! Başka biri yatağımda horlayamaz! Herkesin bilmediği bir şey var ben her şeyini bilerek seviyorum onu. Daha ötesi var mı, belki yok ama daha ötesinde bir yer var yalnızlık ve ben şu an ne kadar seversem seveyim ordada, tek başıma, hastayım.
Sunday, December 14, 2008
"aşk koruyabilir bir tek, kaldıysa eğer hala, masumiyetimizi"
Sevdiğimin sevgilim olmasını çok özledim.
Friday, December 12, 2008
"yer altından notlar"

Kısacık ömürlü bir geçiş anı. Uyanık halden, uykuya daldığın o saniye kadar kendi içinde tutarsız ama doğal, güzel.
Bütün hayvanlıkları üzerinde yaşadığın, acıttığın, dişlerini üzerinde bileylediğin o bedenin, sadece bir kaç saniye içinde, yanına boylu boyunca uzandığın sessiz, güvenli ve tabii ki huzurlu bir limana dönüşmesi. Dağlımış saçların altındaki kafaların slow motion hissiyatı ile kalktığı,
gözgöze geliniiip
tek kelime bile konuşulmadaan
birbirinin koltuk altına girilereeek,
sakinlik içinde buharlaşılan o an.
Az önce seni ıssıran o dişlerin, tatlı tatlı öpmeye başladığı o andan hemen az önceki ya da saç tellerinin parmaklarının arasında kaldıktan hemen bir sonraki an... Dönüşüm... Yeteneğim olsa şimdi bir yazı yazmak isterdim sadece bu an ile ilgili her şey için. Amma ve lakin ne kelimelerin efendisiyim ne de içinde olduğum her hangi bir saniyenin.
Bütün hayvanlıkları üzerinde yaşadığın, acıttığın, dişlerini üzerinde bileylediğin o bedenin, sadece bir kaç saniye içinde, yanına boylu boyunca uzandığın sessiz, güvenli ve tabii ki huzurlu bir limana dönüşmesi. Dağlımış saçların altındaki kafaların slow motion hissiyatı ile kalktığı,
gözgöze geliniiip
tek kelime bile konuşulmadaan
birbirinin koltuk altına girilereeek,
sakinlik içinde buharlaşılan o an.
Az önce seni ıssıran o dişlerin, tatlı tatlı öpmeye başladığı o andan hemen az önceki ya da saç tellerinin parmaklarının arasında kaldıktan hemen bir sonraki an... Dönüşüm... Yeteneğim olsa şimdi bir yazı yazmak isterdim sadece bu an ile ilgili her şey için. Amma ve lakin ne kelimelerin efendisiyim ne de içinde olduğum her hangi bir saniyenin.
CorsaRadio#1
aaah eğleniyoor kendibaşınaaaa
aaah ne-şe-si yeteeer
aaaah umrunda mı sandınnbudünyaa
aahh ne-şe-si yeteer ...
aaah ne-şe-si yeteeer
aaaah umrunda mı sandınnbudünyaa
aahh ne-şe-si yeteer ...
Wednesday, December 10, 2008
ŞAPKA
Kitabım var elimde, uzakta laptopumun ekranının ışığı, sıcacık kaloriferim, filmlerin döndüğü göz ucuyla baktığım digiturk tv'im. Gözlüklerim gözümde, sevdiğim uzakta, sevenlerim en uzakta. İnsanlar için mutluluk saniyelik bir olguysa, düşünen insan için malesef saliselik. Silip atmak lüksü hangi zenginin? Yok olup gidebileceğinin farkında değil kimse en sevdiği şeylerin! Filmlerin aralıksız yayınlandığı televizyonun bozulmasından bahsetmiyorum, en sevdiğinizin toprağa girdiğini ve kürekten düşen toprak toplarının üzerinde nasıl zıpladığını görmek kastettiğim. Seni çok özlüyorum, en çok seni özlüyorum. Rüyalarımda karşımdasın bu günlerde, neden bilmiyorum, bana anlatmaya çalıştığın her şeyi hatırlıyorum. Sana pastalar yapıcam melek, ve kimseye söylemeden senin olduğunu; çatlayana kadar kendim yiyicem.
Seni çok özlüyorum..
Seni çok özlüyorum..
Sunday, December 7, 2008
Nude
Eskiden olsa mis kokan kurabiyeler götürür, bütün maviyi pembeye dönüştürürdüm. Şimdi kovuldum benim sandığım her yerden, hem evden, hem bağdan, hem de bahçeden. Zaten haz etmezlerdi koridorlardaki mesut mutlu gülüşümden. İhya olsunlar ne diyim, sonra da başkalarıyla tanıştırılsınlar rakı kadehleri eşliğinde. Üzülüyorum bazen ama tek derdim bu kadar dişil ve basit olsa keşke. Asıl üzüntüm, artık herkese "iyiyim şekerim ayol;)" diyip gülecek kadar çıplak ve yalnızım ben de!

Friday, December 5, 2008
yok
Anne, senden başka kimsem yok. Sarılıp ağlamak istiyorum aslında, onun yerine başımı iyice dikleştirip tırmalıyorum ellerini. Size anlatamadığım şeyler var, kimseye söyleyemediğim, iyi değilim içerlerde.
Beni afet. Anneler efeder sanırlar ama bilirim sen aslında hiç afetmezsin seni üzeni. Beni sev nolur, bağışlamasan da sev. Senden başka kimsem yok.. yok...
Beni afet. Anneler efeder sanırlar ama bilirim sen aslında hiç afetmezsin seni üzeni. Beni sev nolur, bağışlamasan da sev. Senden başka kimsem yok.. yok...
Wednesday, December 3, 2008
sen'in
"Bir tek şimdiyi istediğinde senin olacağım.
Bir tek şimdiyi istediğinde hep senin olacağım.
Şimdi aldığım nefesin son nefesim olabileceğini gördüğünde, son nefesime kadar seninle olacağım.
Giderayak olduğumu, giderayak olduğunu, giderayak olduğumuzu görünce gitmez olacağım.
Ne yılan ne tavus ne de elmaydı günah olan.
Hesaptı.
Yarındı günah olan.
Şeytanın zamanıydı: Gelecekti günah olan.
Hesap günü, bir tek hesaptan soracaklar. Hesap günü, bir tek hesaplarımız hesaba çekilecek.
Biliyor musun şeytan yarında yaşar?
Tıpkı senin gibi. (...)"

Bu yazıların hepsi okunmak için değil yazılmak için var, bu alıntıların hepsi yalnıca bana, bu aşk benim için. Ne zaman hesap etmeye çalıştıysam aşkımı, terazilere koyup tarttıysam sabahına kaybettim. Seksteki hesapsızlık gibi bir aşktı benim aşkımın hikayesi. İlk önce tırmalar sonra birbirimizin koynunda dinlenirdik. Kanatır, ıssırır sonra öperek, emerek iyileştirirdik tenlerimizi. Günlerden tarihini hatırlamadığım bir gün, belki de 'gün be gün' kaybettim özgüvenimi, sağlamlığımı, bildiğim ben olan her şeyimi. Bir kısmını yanlışlıkla çözdüğüm hikayelere en trajik sonlar yazarak delirttim kendimi. Hesap ettim, harp ettim, harap ettim, mahvettim. Şeytana verdim 'şimdi'mi. Tıpkı şu an onun yaptığı gibi..
Artık yeniden kazanıyorum kaybettiğim kendimi, dünyamı, geleceğimi. Hesap etmiyorum, öyle döndüm ki içime. Kendime sağdığım artık kendi bedenime, beynime. Geleceğe değil bu gün'e...
Gökten tam 3 elma düşmüştü, biri senin, biri benim, biri de aşkımızın üstüne.
Bir tek şimdiyi istediğinde hep senin olacağım.
Şimdi aldığım nefesin son nefesim olabileceğini gördüğünde, son nefesime kadar seninle olacağım.
Giderayak olduğumu, giderayak olduğunu, giderayak olduğumuzu görünce gitmez olacağım.
Ne yılan ne tavus ne de elmaydı günah olan.
Hesaptı.
Yarındı günah olan.
Şeytanın zamanıydı: Gelecekti günah olan.
Hesap günü, bir tek hesaptan soracaklar. Hesap günü, bir tek hesaplarımız hesaba çekilecek.
Biliyor musun şeytan yarında yaşar?
Tıpkı senin gibi. (...)"

Bu yazıların hepsi okunmak için değil yazılmak için var, bu alıntıların hepsi yalnıca bana, bu aşk benim için. Ne zaman hesap etmeye çalıştıysam aşkımı, terazilere koyup tarttıysam sabahına kaybettim. Seksteki hesapsızlık gibi bir aşktı benim aşkımın hikayesi. İlk önce tırmalar sonra birbirimizin koynunda dinlenirdik. Kanatır, ıssırır sonra öperek, emerek iyileştirirdik tenlerimizi. Günlerden tarihini hatırlamadığım bir gün, belki de 'gün be gün' kaybettim özgüvenimi, sağlamlığımı, bildiğim ben olan her şeyimi. Bir kısmını yanlışlıkla çözdüğüm hikayelere en trajik sonlar yazarak delirttim kendimi. Hesap ettim, harp ettim, harap ettim, mahvettim. Şeytana verdim 'şimdi'mi. Tıpkı şu an onun yaptığı gibi..
Artık yeniden kazanıyorum kaybettiğim kendimi, dünyamı, geleceğimi. Hesap etmiyorum, öyle döndüm ki içime. Kendime sağdığım artık kendi bedenime, beynime. Geleceğe değil bu gün'e...
Gökten tam 3 elma düşmüştü, biri senin, biri benim, biri de aşkımızın üstüne.
Tuesday, December 2, 2008
içi kırmızı dışı turuncu pabuçlar
Alice'im ben. Koskoca bir dünyam var benim, Harika dan da öte bir yer orası.. Kocaman bir kalbim var, üstünde tepinilse de pıtır pıtır atan bir kalp bu. Popom var sonra sallaya sallaya uzun bacaklarımın üzerinde yürüdüğüm. Kocaman ama şahsına münhasır bir burnum var her şeye soktuğum ve o kokuyu duyunca hala sızım sızım sızlayan. Yemeklerim var benim, kurabiyelerim, misler gibi fırında dumanı tüten keklerim. Kimse benim kadar güzel doyuramaz sevdiği adamı, kimse benim kadar güzel meze hazılayamaz keyifle karşısında içsin diye erkeği. Arabam var bir de atlayıp üstüne Fizan'a bile gidebileceğim. Param da var hem, çok olmasa da uykumdan, dermanımdan ödün verip "kendim" kazandığım. Bir tane aşkım var benim, çevremdeki; peşimdeki herkesten farklı, hep bir tane kalacak diye bildiğim...
Thursday, November 27, 2008
Now amber
Kasım! Nefret ediyorum senden bir pastırma yazı sıcağın; bir ingiltere pusu yağmurlu sabahların! Oynadın ruhumla bıkmadan. Mahvoldum 30 gününün hepsinde, yüzünü gösterdiğin güneşi ertesi sabah aldın hep benden! Aptalsın! Nolcak! :.(
Tamam biliyorum önün zemheri, bilmediğimi mi sanıyosun biliyorum işte! Hem kış olsun önümüz ne farkeder, kış gecelerinde daha da sıcacık olurum hem ben uyurken, yeterdi benim ısım Aralığına da Ocak, hatta Şubata da. Kalorifer benim kalbim, minicik bir kalorifer niye anlamadın ki?
Nefret ediyorum yağmurundan!!!! Nefret ediyorum!
Yağmur demişken. Bu gün yağmurunun altında kırık şemsiyemle yürürken heyecandan deli gibi çişim geldi aptal Kasım. Çok komiğim değil mi? Evet biliyorum en az senin kadar aptalım hatta. İnsan kırk senelik sevgilisini -sevgili mi, değil mi? çok utanıyorum kendimden- görmeye giderken kramp girer mi midesine. Ne doktor arkadaşlarından birisi ne de o, kimse görmedi ki tepedeki köşeden, uzun uzun, kırlaşmış saçlarını sonra sırtını ve biraz da poposunu seyrettiğimi. Ne o biliyor onu nasıl sevdiğimi, ne sen, ne de annem! Ama neden, neden beraber olamıyoruz, bir anlat, son bi kez daha anlat hadi. Çok mutsuzum Kasım. Çok...
Pamuklara sar dedi, vazgeçti. Çok özledim dedi, vazgeçti. Seviyorum dedi, vazgeçti. Seven insan kadınını ondan uzağa yollar mı hiç bir süre her şey düzelene kadar? Ayrı düşebilir mi ne pahasına olursa olsun değil bir kaç yıl, bir gün bile. Yolladı işte.
Bizi kimse ayırmadı salak Kasım! Hiç bir üçüncü cücenin gücü yetmezdi buna, ben herkesin inadına iyi niyetliliğine, kendi aptallığıma inanıyorum ne kadar acı verse de hala. Sadece herkesin ağzından düşürmediği o korkunç cümleyi duya duya inandık biz de sonumuza, dedikleri gibi "olmazdı bizden ne köy ne kasaba." Acaba??
Şu an bu yazıya bakıp gülüyorum halime. Kimse bu kadar aptal şeyler yazarken ağlayamaz, sinirlerim gevşete, sıktıra sonunda bozuldu galiba. Çok sevdim onu, çok terkedildim. Ama bir gün gelirse yine yarım saatliğine, bu sefer tutup çekemeyecek herkesinkini çektiği gibi saçlarımı işte. Uyuyamıyorum, aptal bir kaç ilaç yetişiyor yastığımla yatağımın yanına. Saat daha çok erken ama uyuyacağım galiba. Seviverseydin ya beni, mesela bir 40 kasımın ait olduğu yıl daha..
Şu an arabana binip gitmekten başka çaren yok, kedi. Şimdi herşey bir kez daha amber rengi..
Tamam biliyorum önün zemheri, bilmediğimi mi sanıyosun biliyorum işte! Hem kış olsun önümüz ne farkeder, kış gecelerinde daha da sıcacık olurum hem ben uyurken, yeterdi benim ısım Aralığına da Ocak, hatta Şubata da. Kalorifer benim kalbim, minicik bir kalorifer niye anlamadın ki?
Nefret ediyorum yağmurundan!!!! Nefret ediyorum!
Yağmur demişken. Bu gün yağmurunun altında kırık şemsiyemle yürürken heyecandan deli gibi çişim geldi aptal Kasım. Çok komiğim değil mi? Evet biliyorum en az senin kadar aptalım hatta. İnsan kırk senelik sevgilisini -sevgili mi, değil mi? çok utanıyorum kendimden- görmeye giderken kramp girer mi midesine. Ne doktor arkadaşlarından birisi ne de o, kimse görmedi ki tepedeki köşeden, uzun uzun, kırlaşmış saçlarını sonra sırtını ve biraz da poposunu seyrettiğimi. Ne o biliyor onu nasıl sevdiğimi, ne sen, ne de annem! Ama neden, neden beraber olamıyoruz, bir anlat, son bi kez daha anlat hadi. Çok mutsuzum Kasım. Çok...
Pamuklara sar dedi, vazgeçti. Çok özledim dedi, vazgeçti. Seviyorum dedi, vazgeçti. Seven insan kadınını ondan uzağa yollar mı hiç bir süre her şey düzelene kadar? Ayrı düşebilir mi ne pahasına olursa olsun değil bir kaç yıl, bir gün bile. Yolladı işte.
Bizi kimse ayırmadı salak Kasım! Hiç bir üçüncü cücenin gücü yetmezdi buna, ben herkesin inadına iyi niyetliliğine, kendi aptallığıma inanıyorum ne kadar acı verse de hala. Sadece herkesin ağzından düşürmediği o korkunç cümleyi duya duya inandık biz de sonumuza, dedikleri gibi "olmazdı bizden ne köy ne kasaba." Acaba??
Şu an bu yazıya bakıp gülüyorum halime. Kimse bu kadar aptal şeyler yazarken ağlayamaz, sinirlerim gevşete, sıktıra sonunda bozuldu galiba. Çok sevdim onu, çok terkedildim. Ama bir gün gelirse yine yarım saatliğine, bu sefer tutup çekemeyecek herkesinkini çektiği gibi saçlarımı işte. Uyuyamıyorum, aptal bir kaç ilaç yetişiyor yastığımla yatağımın yanına. Saat daha çok erken ama uyuyacağım galiba. Seviverseydin ya beni, mesela bir 40 kasımın ait olduğu yıl daha..
Şu an arabana binip gitmekten başka çaren yok, kedi. Şimdi herşey bir kez daha amber rengi..
Tuesday, November 25, 2008
dönerek yanıyorum, hep, hem de her seferinde
Kucaklar dolusu bir yükseklikte uçtuktan sonra kırk katı bir hızla yere çakılmak, yapayalnız kalıp pencereden sigarasını yakışına, telefonunu karıştırışına bakmak. Ağlamak, gözyaşının tadına bakacak kadar çok ağlamak. Gecenin parlak elbisesini katlarken dolabın aynasındaki aksiyle göz göze gelmek, titreyen dudakların sıkıntısını içine çekmek. Seks doldurabilir mi yalnızlıklarımızın cerahatini? Öptüğün yerlerim iyileşir mi?
Onun bunu benimkinden başka odalarda da yaptığını bilmek koymuyor artık, her geçen gün olmaz dediklerimden bir başkasını daha kaybediyorum, paylaşamam dediğim her sakızı paylaşıyorum. Bir saniyecik bile olsun yanımda istiyorsam, hikayesinin minik parçası olmalıyım, başka yolu kalmadı biliyorum.
Hastanenin en şefkatli cerrahi asistanı, internetin sevilesi bekar adamı, kadınların sapkın ama uzak doktoru, babasının ağası, annasının ortanca kuzusu... Herneyse bilmiyorum hiç bilemedim. ilk günden beri sadece aşktı benim için, geri kalanı kendi hikayesi...
Fasülye adamla japon balığı kadının minicik bebeği... neden bilmiyorum zor bir seçimmiş normal hayatın hayali.. o yüzden hiç yok, olmayacak da..
Sırf bu tarihi unutmamak için yazıyorum, ekran gözüme batıyor oysaki. Son bu son diye yalvararak yemin ediyorum bu akşam kendime, ayın 25'i, aylardansa kasım...
Onun bunu benimkinden başka odalarda da yaptığını bilmek koymuyor artık, her geçen gün olmaz dediklerimden bir başkasını daha kaybediyorum, paylaşamam dediğim her sakızı paylaşıyorum. Bir saniyecik bile olsun yanımda istiyorsam, hikayesinin minik parçası olmalıyım, başka yolu kalmadı biliyorum.
Hastanenin en şefkatli cerrahi asistanı, internetin sevilesi bekar adamı, kadınların sapkın ama uzak doktoru, babasının ağası, annasının ortanca kuzusu... Herneyse bilmiyorum hiç bilemedim. ilk günden beri sadece aşktı benim için, geri kalanı kendi hikayesi...
Fasülye adamla japon balığı kadının minicik bebeği... neden bilmiyorum zor bir seçimmiş normal hayatın hayali.. o yüzden hiç yok, olmayacak da..
Sırf bu tarihi unutmamak için yazıyorum, ekran gözüme batıyor oysaki. Son bu son diye yalvararak yemin ediyorum bu akşam kendime, ayın 25'i, aylardansa kasım...
....................................
"Sabaha doğru ilerliyor zaman. Bütün gece dönenen bedenim , çarşafı beynim gibi kırıştırdı. İçim yanıyor. Orada, oracıkta, en yakınımda, ranzanın üst katında bir bebek gibi uyuyor. Geçen saatler boyunca niye tartıştığımızı, ne için kavga ettiğimizi unutacak denli kaybolmuş öfkem, yerini onsuzluğun kocaman boşluğuna bıraktı. Dün gece banyoda oturduğumda içeriye girişini, kucağıma oturuşunu, saçımı sabunlayışını hatırlıyorum. Bu denli cinsellikten arınmış bir çıplaklık olabilir mi? Şimdi o, ranzanın üstünde, elimi uzatsam dokunabilirim. Beni karşılaştırdığı o ikinci çıplaklığımlayım. Beni elbiselerimden soyan o kadınların gördüklerinin çok altında, yeni ve başka bir çıplaklık. Ürperiyorum. Benden habersiz derin nefesler alıyor göğsüm. Yataktan kalkıyorum, ranzanın üst katında saçlarını görüyorum, minicik dokunuyorum, hafifçe sesleniyorum. Dönüp bakıyor ağlamaktan şişmiş gözleriyle. Kollarımı yukarıya ona kaldırıyorum.’’Kucak kucak’’ diye fısıldıyorum. Bana doğru atlıyor, kollrını boynuma doluyor. Bedeninin ağırlığını hissetmiyorum bile.’’ Böyle ölünebilir işte’’ diye geçiyor içimden, ‘’hatta böyle ölünmeli, bu anın üzerine hiçbir şey eklenmemeli’’. Bal rengi gözlerine bakıyorum, kirpiklerine dokunuyorum. Ağlıyoruz, gözyaşlarını içiyorum.
Neden olamadığımızı hiçbir zaman bilemedim, belki bilmek istemedim. Sanırım o benim gibi yaşamadı beni, o anlatsa başka anlatırdı belki herşeyi. Bana yalancı derdiniz. Oysa insan kendine yalan söyleyemiyor, bildiğim tek şey benim böyle yaşadığım olan biteni. Sonuçta olmadı, olamadık. Ve o çıplaklık da bir daha olmadı. Kimse beni o kadar soyamadı ve ben aslında hep giyinik olduğumu bile bile seviştim ondan sonra.
Bazen ‘’ o yok muydu?’’ diye düşünüyorum. Belki hepsini ben ekledim ona, onda gördüklerimin, onda hissettiklerimin. Bir bildiğim bunun yaşam içi bir şey olmadığı. Bu ancak ölüm veya sonrasına ait bir deneyim olabilirdi. Bir insan ancak tanrıysıyla bunu yaşayabilir belki de.
Bırakıp gittiğinde, bırakıp gittiğimde neyi kaybettiğimizi anlamış mıydık? Onu bilmiyorum, ben anlamıştım. Hatta o anladığım şeyden kaçmıştım belki de. Çıplaklığımdan, çıldırçıplaklığımdan ve bu nedenle çıldırabileceğimden korkmuştum sanırım.
İki ayrı olasılık var şimdi ve ikisi de beynimi yiyor. Onun bütün olanları hiç de benim gibi görmediği, hissetmediği, yaşamadığı hatta hatırlamadığı duygusu dayanılmaz geliyor. İkinci olasılıksa aynı benim gibi yaşayıp hatırladığı her şeyi. Bu beni o meş’um çıplaklığımla gördüğü ve unutamadığı anlamına geliyor ki, aynı derecede acı veriyor ruhuma.
BeNi unutma ve hatırlama saKın... "
"Sabaha doğru ilerliyor zaman. Bütün gece dönenen bedenim , çarşafı beynim gibi kırıştırdı. İçim yanıyor. Orada, oracıkta, en yakınımda, ranzanın üst katında bir bebek gibi uyuyor. Geçen saatler boyunca niye tartıştığımızı, ne için kavga ettiğimizi unutacak denli kaybolmuş öfkem, yerini onsuzluğun kocaman boşluğuna bıraktı. Dün gece banyoda oturduğumda içeriye girişini, kucağıma oturuşunu, saçımı sabunlayışını hatırlıyorum. Bu denli cinsellikten arınmış bir çıplaklık olabilir mi? Şimdi o, ranzanın üstünde, elimi uzatsam dokunabilirim. Beni karşılaştırdığı o ikinci çıplaklığımlayım. Beni elbiselerimden soyan o kadınların gördüklerinin çok altında, yeni ve başka bir çıplaklık. Ürperiyorum. Benden habersiz derin nefesler alıyor göğsüm. Yataktan kalkıyorum, ranzanın üst katında saçlarını görüyorum, minicik dokunuyorum, hafifçe sesleniyorum. Dönüp bakıyor ağlamaktan şişmiş gözleriyle. Kollarımı yukarıya ona kaldırıyorum.’’Kucak kucak’’ diye fısıldıyorum. Bana doğru atlıyor, kollrını boynuma doluyor. Bedeninin ağırlığını hissetmiyorum bile.’’ Böyle ölünebilir işte’’ diye geçiyor içimden, ‘’hatta böyle ölünmeli, bu anın üzerine hiçbir şey eklenmemeli’’. Bal rengi gözlerine bakıyorum, kirpiklerine dokunuyorum. Ağlıyoruz, gözyaşlarını içiyorum.
Neden olamadığımızı hiçbir zaman bilemedim, belki bilmek istemedim. Sanırım o benim gibi yaşamadı beni, o anlatsa başka anlatırdı belki herşeyi. Bana yalancı derdiniz. Oysa insan kendine yalan söyleyemiyor, bildiğim tek şey benim böyle yaşadığım olan biteni. Sonuçta olmadı, olamadık. Ve o çıplaklık da bir daha olmadı. Kimse beni o kadar soyamadı ve ben aslında hep giyinik olduğumu bile bile seviştim ondan sonra.
Bazen ‘’ o yok muydu?’’ diye düşünüyorum. Belki hepsini ben ekledim ona, onda gördüklerimin, onda hissettiklerimin. Bir bildiğim bunun yaşam içi bir şey olmadığı. Bu ancak ölüm veya sonrasına ait bir deneyim olabilirdi. Bir insan ancak tanrıysıyla bunu yaşayabilir belki de.
Bırakıp gittiğinde, bırakıp gittiğimde neyi kaybettiğimizi anlamış mıydık? Onu bilmiyorum, ben anlamıştım. Hatta o anladığım şeyden kaçmıştım belki de. Çıplaklığımdan, çıldırçıplaklığımdan ve bu nedenle çıldırabileceğimden korkmuştum sanırım.
İki ayrı olasılık var şimdi ve ikisi de beynimi yiyor. Onun bütün olanları hiç de benim gibi görmediği, hissetmediği, yaşamadığı hatta hatırlamadığı duygusu dayanılmaz geliyor. İkinci olasılıksa aynı benim gibi yaşayıp hatırladığı her şeyi. Bu beni o meş’um çıplaklığımla gördüğü ve unutamadığı anlamına geliyor ki, aynı derecede acı veriyor ruhuma.
BeNi unutma ve hatırlama saKın... "
Monday, November 24, 2008
punk is not ded!

"Dinle,
Ahlak dersi vermeyi sevmem, ama sana her zaman yardımcı olacak bir kaç öğüt vereceğim.
Hayatta karşına pek çok aptal çıkacak. Eğer seni incitirlerse, kendi kendine onları kötülük yapmaya itenin kendi aptallıkları olduğunu söyle, böylece onların kötülüklerine cevap vermekten kurtulabilirsin. Çünkü dünyada kin ve intikamdan daha kötü bir şey yoktur.
Ve ne olursa olsun kendine karşı daima dürüst ol."
Ahlak dersi vermeyi sevmem, ama sana her zaman yardımcı olacak bir kaç öğüt vereceğim.
Hayatta karşına pek çok aptal çıkacak. Eğer seni incitirlerse, kendi kendine onları kötülük yapmaya itenin kendi aptallıkları olduğunu söyle, böylece onların kötülüklerine cevap vermekten kurtulabilirsin. Çünkü dünyada kin ve intikamdan daha kötü bir şey yoktur.
Ve ne olursa olsun kendine karşı daima dürüst ol."
Tuesday, November 18, 2008
yunan tanrıları kadar tapılası

Araba sürmeyi seviyorum ben, bayılıyorum hatta. Ön camdan gördüğüm dünyayı, farların sadece ileriyi beyaz geriyi kırmızı aydınlatmasını, radyo eşliğinde hayat memat kararları alıp alıp bozmayı da. Arbada öpüşmeyi, sevmeyi, gülümseyen bir dudak kenarıyla sigara içmeyi hatta. O adamı düşünmeyi tabii bir de.
Çok eğleniyorum şu an içten içe, sevdiğim şeyleri hissettiğimde tüyler kadar hafif bir uyku kaplıyo içimi. Ben tüy olmalıyım sen külçe, ezilmeliyim ağırlığınca, daha da aşık olmalıyım sana, ölmeliyim uğrunda, delirmeliyim yolunda.
Aşığım.. Ötesi yok, ya da boş..
Bir mythosta yaşıyorum, mythos dünyada, dünya da arabamın minicik torpidosunda.
Monday, November 17, 2008
Son umut da hoşça-kaldı
Bir kadının hayatını düşündüm Kadıköy-Beşiktaş vapuru boyunca. Öldüğü o şehri bilmediğim için sevdiği adamla geldiği yıllar önceki Istanbul'u düşünmeye çalıştım kıyılara bakarak. Onun hikayesini baştan sona yazamayacağım buraya, benden daha güzel anlatırdı kendi aşkını çünkü, dinleyebilseydim keşke... Benim yazdıklarım yaklaşamayacak biliyorum, onun Kinyas'ına duyduğu tek bir duyguya.
Tek bi şey yankılanıp durdu içimde, son deliriş anı. Her şeyin ellerinden kaydığı, yitip sonsuzluğa gittiği son yıllarında çatıda dönerek nasıl dans ettiği.
O an dünyaya ait tek bi şey düşünmediğine eminim, kafasında onların tek birine bile yer olmadığına. Ne doğuramadığı çocuklarını ne ismini sokaklarda bağırabilecek kadar mutlu olabileceği adamı kendi kendine yaşamış olmasını ne de yalnız yatağını düşünmüştir. Kadın beyni ona sevdiği adamla geçirdiği sadece güzel anların hatırasını düşünme izni vermiştir. Gözlerini düşünmüştür, konuşurken ellerini oynatmasını, dudaklarını, biçimli vucudunun uykuya teslim olduğu anları, kokusunu evet en çok da baharın tüm kokularını bastıran güzel kokusunu.
Dizlerinin üzerine düşürüp bağıra bağıra ağlatıyorum seni Victoria. Belki sen sakince dans edip sonra sokaktaki çocuklara el sallayacak kadar sonsuz bir aşka sahiptin. Yüzünü görmeyi çok isterdim. Sanki bir kez görsem gözlerinin nasıl baktığını dünyaya rahatlayacak içimdeki aşk, seninkinin dizleri dibine yatırıp, bırakacağım sonsuzluğa.
Bana bir kaç şey öğret, yalvarırım bir kaç küçük şey. Nasıl bekledin sevdiğin adamın ırağında ömrünce, yıllarca. Hiç tahmin eder miydin acaba yıllar yıllar sonra minicik bir kadının seni düşünerek uyuyacağını bazı günler yatağında. Öyle sanıyorlar ama benzetmiyorum kendimi sana, yaklaşamam senin güçlü umuduna, büyük aşkına.. Bekledim ben de. Sevilmeksizin, öpülmeksizin, korka korka bekledim, gel der diye. Demeyecekmiş. Bitmişiz ve yitmişiz biz öyle söylüyor telefonlarda.
Canım yanıyo Victoria, duramam ki ben buralarda. Onun kurduğu evin yakınında, yamacında. Kaçmak istiyorum bu şehirden bir başıma. Istanbul gidip gelirken alışmaya çalışıyorum sana, al günü geldiğinde beni de kalabalığına.
Tek bi şey yankılanıp durdu içimde, son deliriş anı. Her şeyin ellerinden kaydığı, yitip sonsuzluğa gittiği son yıllarında çatıda dönerek nasıl dans ettiği.
O an dünyaya ait tek bi şey düşünmediğine eminim, kafasında onların tek birine bile yer olmadığına. Ne doğuramadığı çocuklarını ne ismini sokaklarda bağırabilecek kadar mutlu olabileceği adamı kendi kendine yaşamış olmasını ne de yalnız yatağını düşünmüştir. Kadın beyni ona sevdiği adamla geçirdiği sadece güzel anların hatırasını düşünme izni vermiştir. Gözlerini düşünmüştür, konuşurken ellerini oynatmasını, dudaklarını, biçimli vucudunun uykuya teslim olduğu anları, kokusunu evet en çok da baharın tüm kokularını bastıran güzel kokusunu.
Dizlerinin üzerine düşürüp bağıra bağıra ağlatıyorum seni Victoria. Belki sen sakince dans edip sonra sokaktaki çocuklara el sallayacak kadar sonsuz bir aşka sahiptin. Yüzünü görmeyi çok isterdim. Sanki bir kez görsem gözlerinin nasıl baktığını dünyaya rahatlayacak içimdeki aşk, seninkinin dizleri dibine yatırıp, bırakacağım sonsuzluğa.
Bana bir kaç şey öğret, yalvarırım bir kaç küçük şey. Nasıl bekledin sevdiğin adamın ırağında ömrünce, yıllarca. Hiç tahmin eder miydin acaba yıllar yıllar sonra minicik bir kadının seni düşünerek uyuyacağını bazı günler yatağında. Öyle sanıyorlar ama benzetmiyorum kendimi sana, yaklaşamam senin güçlü umuduna, büyük aşkına.. Bekledim ben de. Sevilmeksizin, öpülmeksizin, korka korka bekledim, gel der diye. Demeyecekmiş. Bitmişiz ve yitmişiz biz öyle söylüyor telefonlarda.
Canım yanıyo Victoria, duramam ki ben buralarda. Onun kurduğu evin yakınında, yamacında. Kaçmak istiyorum bu şehirden bir başıma. Istanbul gidip gelirken alışmaya çalışıyorum sana, al günü geldiğinde beni de kalabalığına.
Friday, November 14, 2008
anne, Istanbul ve adam
Karanlık sabahlara uyanıyorum yine... Kalın perdelerimi kapatmaksızın uyumayı seviyorum ben, yanımda sevidiğim adamla uyumadığım sabahlarda güneş dürtsün göz kapaklarımı ve yalnız yatağımdan erkenden sıyırsın beni diye. Ama güneş de doğmuyo sanki günlerdir. Kaçtı o da benden.
Sanırım yapayalnızım.
Ev hasta. Annesi hasta olan evler hastadır, yaşamayan bilemez bunu. Baba her sabah tüm dinçliğiyle kalksa da, küçük kardeş gençliğiyle odasında soluk alsa da, bunu yazan tekerlek gibi yokuş aşağı yuvarlanıp yuvarlanıp dik dursa da, anne yatıyorsa gözleri kapalı bir köşede o ev kararır. Yaşamak gelmez içinizden içinde. Kaçamazsınız da, bakamazsınız da. Sağlığınızdan bi demet yapıp, afilli bi kurdeleyle, hediye edebilseniz yada ömrünüzden ömür verebilseniz kadınınıza. Veremezsiniz. Can vereniniz en büyük acınızdır kimseye söyleyemezsiniz.
Sanırım yapayalnızım.
Kaçıyorum her hafta sonu bu şehirden. Uyuyamadığım otobüslerde, kulağımda müzik ve beynimde binlerce cinimle. Kaçmak için değil daha da kalmak için gidiyorum. Delirdiğimi düşünüyorum bazen yol yorgunu sabahlarımda ve binlerce küfür ediyorum kendime, yorgun ayaklarıma ettiğim işkenceye. Istanbula iniyorum sonra. Evimin, yatağımın, kimsemin olmadığı kocaman dünyaya. Koşarak mutfağıma kaçıyorum hemen. Fıstık yeşili önlüğümü geçiriyorum üzerime. Kokluyorum. Yağ, un, şeker ve baharatların kokusu. Elim hamura değiyor az sonra. Unutuyorum, unuttuğumu bile farketmeden herşeyi. Bir kaç saatcik tabii sadece.
Sanırım yapayalnızım.
Umudum bitti benim, ilk defa itiraf ettim bunu herkese. Korkuya inancım sevgiye inancımdan daha fazla artık nedense. Korkuyorum bi daha hiç sevilmeyeceğimden. İstenmeyeceğimden değil ama "sevilmeyeceğimden". Kadın olmak değil kedi olmak istiyorum. Sarılınıp sımsıcak, uzun uzun uyumak güneşin kalın perdelerin arkasında doğduğu sabahlarda. Özlediğim huzur için canımı verebilirim ama beş para etmiyor bu günlerde. Küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk bi evim olsun, kendimden büyük bi pencerenin arkasında kitap okuyayım ve hiç horlamayan adam karşımda uyusun battaniyesinin içinde. Bu minicik hayal bile çok uzaktaysa, ne gibi bir umuttan bahsedilebilir ki sevilmeye dair içimde.
Evet yapayalnızım.
Sanırım yapayalnızım.
Ev hasta. Annesi hasta olan evler hastadır, yaşamayan bilemez bunu. Baba her sabah tüm dinçliğiyle kalksa da, küçük kardeş gençliğiyle odasında soluk alsa da, bunu yazan tekerlek gibi yokuş aşağı yuvarlanıp yuvarlanıp dik dursa da, anne yatıyorsa gözleri kapalı bir köşede o ev kararır. Yaşamak gelmez içinizden içinde. Kaçamazsınız da, bakamazsınız da. Sağlığınızdan bi demet yapıp, afilli bi kurdeleyle, hediye edebilseniz yada ömrünüzden ömür verebilseniz kadınınıza. Veremezsiniz. Can vereniniz en büyük acınızdır kimseye söyleyemezsiniz.
Sanırım yapayalnızım.
Kaçıyorum her hafta sonu bu şehirden. Uyuyamadığım otobüslerde, kulağımda müzik ve beynimde binlerce cinimle. Kaçmak için değil daha da kalmak için gidiyorum. Delirdiğimi düşünüyorum bazen yol yorgunu sabahlarımda ve binlerce küfür ediyorum kendime, yorgun ayaklarıma ettiğim işkenceye. Istanbula iniyorum sonra. Evimin, yatağımın, kimsemin olmadığı kocaman dünyaya. Koşarak mutfağıma kaçıyorum hemen. Fıstık yeşili önlüğümü geçiriyorum üzerime. Kokluyorum. Yağ, un, şeker ve baharatların kokusu. Elim hamura değiyor az sonra. Unutuyorum, unuttuğumu bile farketmeden herşeyi. Bir kaç saatcik tabii sadece.
Sanırım yapayalnızım.
Umudum bitti benim, ilk defa itiraf ettim bunu herkese. Korkuya inancım sevgiye inancımdan daha fazla artık nedense. Korkuyorum bi daha hiç sevilmeyeceğimden. İstenmeyeceğimden değil ama "sevilmeyeceğimden". Kadın olmak değil kedi olmak istiyorum. Sarılınıp sımsıcak, uzun uzun uyumak güneşin kalın perdelerin arkasında doğduğu sabahlarda. Özlediğim huzur için canımı verebilirim ama beş para etmiyor bu günlerde. Küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk bi evim olsun, kendimden büyük bi pencerenin arkasında kitap okuyayım ve hiç horlamayan adam karşımda uyusun battaniyesinin içinde. Bu minicik hayal bile çok uzaktaysa, ne gibi bir umuttan bahsedilebilir ki sevilmeye dair içimde.
Evet yapayalnızım.
Tuesday, November 11, 2008
Çok utanıyorum
Kimse bunu yaşamasın, bunu bana yaşatan bile.
Herşeyi anlatabilir misiniz sevdiklerinize, dertlerinizi, kızgınlıklarınızı, kırgınlıklarınızı bir votka ya da türk kahvesi eşliğinde? Bunu anlatamazsınız bile işte.
Hakaretin ötesinde, rezil olmanın en dibinde, kör bıçakla bıçaklanmanın bile ilerisinde bi şey bu.
Madem beceremedim en sevdiğim şeyi bile, madem kotaramıyorum yaşamayı al beni tanrım nolur yanına, bilmiyorum işte hayatın hiç bir kuralını.
Kimse böylesine aşağılanamaz ki, kimse bunu haketmez ki..
Bunu bana yaşatan bile.
Geri dur! Sana benzeyen tüm kadınlar ve tüm erkeklerle beraber geri dur! sakın sakın yaklaşmayın. Sakın bana bi daha yaklaşmayın!
Utanıyorum..
Herşeyi anlatabilir misiniz sevdiklerinize, dertlerinizi, kızgınlıklarınızı, kırgınlıklarınızı bir votka ya da türk kahvesi eşliğinde? Bunu anlatamazsınız bile işte.
Hakaretin ötesinde, rezil olmanın en dibinde, kör bıçakla bıçaklanmanın bile ilerisinde bi şey bu.
Madem beceremedim en sevdiğim şeyi bile, madem kotaramıyorum yaşamayı al beni tanrım nolur yanına, bilmiyorum işte hayatın hiç bir kuralını.
Kimse böylesine aşağılanamaz ki, kimse bunu haketmez ki..
Bunu bana yaşatan bile.
Geri dur! Sana benzeyen tüm kadınlar ve tüm erkeklerle beraber geri dur! sakın sakın yaklaşmayın. Sakın bana bi daha yaklaşmayın!
Utanıyorum..
Monday, November 10, 2008
kurşunun değdiği yerde heves kalmıştır
Sen "ah" etmezsin ki. Ne dua etmeyi bilirsin tanrıya, ne de bed-dua. Neydi peki dün gece uyumadan yaptığın o lanetleme ayini? bilmediğin ne menem bir kadın çıktı içinden senin öyle?
Nasıl da istedin değil mi ilk kez öldüğünü görmeyi, bir daha aldığı her nefeste acıtmasın diye bedenini. Ölsün ve kimseyle flört edemesin, kimsenin içine giremesin, aldatamasın artık diye bir de değil mi? Ölsün ve bencilce seni onlarca kez terk edemesin, bir kere gitsin ve toprağın olsun diye değil mi?
Gece beynini kusarak sızdın yatakta. Sabah kusmuğun içinde uyandın. Bir hafta içinde aynı insan tarafından tam üç kere terkedilebilmiş aptal aşık bir kadıNın bir sonraki pazartesisiydi uyandığın o sabah. Yeni bir haftanın ilk güneşi. Saat 6 sanırım. Güneş havayı ısıtmasa da aldırmıyor parlıyor yine de. Çok mağrur. Kafamda ki şarkı ise her şeyi anlatıyor gibi..
beni artık kimseler aramasın
aşkın en tabanında yattığım anlaşılmasın
korkunçtur yalnızlığımız
bir oyun oynanır oyalanırız
orman değiliz artık
millî parkız
aşkın en tabanındaki kadın korkunçtur bilirim. İki şekle girer:
ya kapanır, büzüşür içine
ya da bikinilerini giyer kışın en soğuk gecesinde.
Fanusumu kaldırıyorum artık, gören durmasın alsın kendine ya da parmağımla işaretlediğim gelsin yamacıma. Var, hepinize yer var bomboş uğuldayan içimde. Bu sabah dokuz buçukta arabasından tüm güveniyle inen çocuk, ya da içinde ben diye bir gerçek kalan hepiniz, ya da bir diğeri. Çok eğlenicez bekleyin!
Nasıl da istedin değil mi ilk kez öldüğünü görmeyi, bir daha aldığı her nefeste acıtmasın diye bedenini. Ölsün ve kimseyle flört edemesin, kimsenin içine giremesin, aldatamasın artık diye bir de değil mi? Ölsün ve bencilce seni onlarca kez terk edemesin, bir kere gitsin ve toprağın olsun diye değil mi?
Gece beynini kusarak sızdın yatakta. Sabah kusmuğun içinde uyandın. Bir hafta içinde aynı insan tarafından tam üç kere terkedilebilmiş aptal aşık bir kadıNın bir sonraki pazartesisiydi uyandığın o sabah. Yeni bir haftanın ilk güneşi. Saat 6 sanırım. Güneş havayı ısıtmasa da aldırmıyor parlıyor yine de. Çok mağrur. Kafamda ki şarkı ise her şeyi anlatıyor gibi..
beni artık kimseler aramasın
aşkın en tabanında yattığım anlaşılmasın
korkunçtur yalnızlığımız
bir oyun oynanır oyalanırız
orman değiliz artık
millî parkız
aşkın en tabanındaki kadın korkunçtur bilirim. İki şekle girer:
ya kapanır, büzüşür içine
ya da bikinilerini giyer kışın en soğuk gecesinde.
Fanusumu kaldırıyorum artık, gören durmasın alsın kendine ya da parmağımla işaretlediğim gelsin yamacıma. Var, hepinize yer var bomboş uğuldayan içimde. Bu sabah dokuz buçukta arabasından tüm güveniyle inen çocuk, ya da içinde ben diye bir gerçek kalan hepiniz, ya da bir diğeri. Çok eğlenicez bekleyin!
Wednesday, November 5, 2008
terkedildin yine.. yine..
kasımın ilk haftası ikibinsekiz. bu tarihi hiç bir zaman unutma. o aptal beynin sana her şeyi unutturuyor biliyorum ama neyi unutursan unut bu günü unutma! temizle onu her yerden önce görünürden, atılacak çöpleri at, arabanı yıkat. telefonu ezberinde biliyorum ama sil ve üstüne 3 vakit say 1 2 3 kaybolacaktır numaralar yıllar sonra. ulaşma. farzet ki öldü ve yırtınsan da sokmuyorlar seni o mezarın içine, bırakın sarılayım diye ağlıyorsun ama bi avuç toprak veriyorlar eline. vermedin mi toprağa sevdiklerini, hatırlasana tam da öyle işte.. internet kabusun biliyorum, yumuşak karnın, ama geçecek, çocuk oyuncağı sitelerden sıkılacak bir gün elbet herkes. kendini aldatanlarla, umursamadıkları tüm aptallarla arkadaş gibi görünürken seni sileni sil sen de her yerden.. korkma sil ne kaybedersin ki, baksana 300 "arka"daşından hangisisin ki?? komik ama hiç birisi..
hatırla bu günü ve bu haftayı.. döktüğün bütün göz yaşlarını, sana nasıl bağırdığını, aslında ne kadar değersiz olduğunu hatırla. çocuk gibi oynayıp oynayıp sürekli oyunun en güzel yerinde nasıl terkettiğini hatırla. biliyorum tam yeniden sevgilim demek istediğin, yüzünü öpmek istediğin bi akşam gitti yine.. biliyorum beynin almıyo yine.. ama anlayamasan da unutma yanın olamadı, destek çıkamadı, düştüğünü göre göre eline uzatmadı.. enkazsın sen dedi o kadar.. çırpındıkça batacağını bildiği kadınını, çırpındıkça bir el aramamayı öğrensin diye belki kendi bataklığında bıraktı.
ağla şimdi, denizler göller kadar ağla ama sustuğunda hatırla terkedilişini. koy içine ve hep hatırla.
"ben fasulye tanesiyim şehirli kadınım, çok incittiler beni, çok örselediler, topraklara gömme açıp meyvemi veremem orada. pencerenin pervazındaki saksıya, pamuklara ek beni. sabah akşam kokla, öp tamam mı? boynumu öp, pamuklara sardığın kan sızan boynumu. filiz vereceğim orada tam her sabah güneşin sana doğduğu camın arkasında. yeşillerim çıksın biraz sabret, yavaş yavaş seveceğim gözlerini, tenini.
ben fasülye tanesiyim şehirli kadınım. ek beni. böyle güçlü göründüğüme bakma düşüyorum, tüm gücünle tut beni.."
hatırla bu günü ve bu haftayı.. döktüğün bütün göz yaşlarını, sana nasıl bağırdığını, aslında ne kadar değersiz olduğunu hatırla. çocuk gibi oynayıp oynayıp sürekli oyunun en güzel yerinde nasıl terkettiğini hatırla. biliyorum tam yeniden sevgilim demek istediğin, yüzünü öpmek istediğin bi akşam gitti yine.. biliyorum beynin almıyo yine.. ama anlayamasan da unutma yanın olamadı, destek çıkamadı, düştüğünü göre göre eline uzatmadı.. enkazsın sen dedi o kadar.. çırpındıkça batacağını bildiği kadınını, çırpındıkça bir el aramamayı öğrensin diye belki kendi bataklığında bıraktı.
ağla şimdi, denizler göller kadar ağla ama sustuğunda hatırla terkedilişini. koy içine ve hep hatırla.
"ben fasulye tanesiyim şehirli kadınım, çok incittiler beni, çok örselediler, topraklara gömme açıp meyvemi veremem orada. pencerenin pervazındaki saksıya, pamuklara ek beni. sabah akşam kokla, öp tamam mı? boynumu öp, pamuklara sardığın kan sızan boynumu. filiz vereceğim orada tam her sabah güneşin sana doğduğu camın arkasında. yeşillerim çıksın biraz sabret, yavaş yavaş seveceğim gözlerini, tenini.
ben fasülye tanesiyim şehirli kadınım. ek beni. böyle güçlü göründüğüme bakma düşüyorum, tüm gücünle tut beni.."
Tuesday, October 21, 2008
evlen benimle..
Bir gün böyle bi yazı görürsün hiç beklemediğin bir anda, hiç ummadığın bir taşın altında. Erkeğinin düzgün parmaklarından çıkmış devrik kurulduğu için daha seksi, daha güzel... İçin erir birden billur tuz reklamlarındaki gibi akar akar durursun. Düşünsene be kadın, kim derse desin yapamayacağın bir şeyi tek bir kişi söyleyince daha ilk cümlesine bile ölüyorsan devamı nasıl olur ki! Yo yoo senin hayal gücün yetmez buna, en iyisi ben bu gece yatarken biraz normal insan hayalleri kurayım, ertelemiştim hayli zamandır. hımmm nerden başlasam ki? artık yorganlara sarılmaya gerek duymayacak kadar büyük bir vucudun benim olacağından mııı, yoksa hissettiğim güvenin sonsuz sınırsız olacağından mı? ya da bir batında doğurmak istediğim 22 tane uzun boylu kocaman gözlü çocuktan mı? Abarttım mı ne??
Evet abarttım. Çünkü o cümle o biçimli parmaklardan sana doğru yazılmadı. Öznesi olmadığın bi cümle bu. Ne kızabilmek mümkün ne yeniden yapıştırabilmek kırılan parçalarını. Sırta saplanan bıçak metaforu doğruysa işte o bu o'ydu.
Evet abarttım. Çünkü o cümle o biçimli parmaklardan sana doğru yazılmadı. Öznesi olmadığın bi cümle bu. Ne kızabilmek mümkün ne yeniden yapıştırabilmek kırılan parçalarını. Sırta saplanan bıçak metaforu doğruysa işte o bu o'ydu.
Wednesday, October 15, 2008
vuslat
Uzay boşluğunda bir adet sen varsın: istediği mutluluğun aslında ona “kendini” yaşamaktan mahrum edeceğini bilgisini kafasından hiç çıkarmayan, bu bilgiye sıkı sıkı sarılıp kelimelerini, yaşantısını ve içinde bulunduğu durumları bu uğurda her zaman askeri yapmaya hazır olan bir sen. Sevilmek, ehlileştirilmek, bir evin biriciği olmak isterken bir yandan da kanın kırmızısına susamış bir boğa gibi sonsuzlukta koşmak isteyen bir sen. Bir kadını hayatının kraliçesi yapıp en büyük taçla onurlandırırken, teninde bildiğin tüm zevkleri yaşarken, beyaz ellerinden bildiğin tüm tadları içerken, doyarken, belki tam da doymuşken 1 rakamının acizliğini, insanlar aleminledeki fazla romantiklik kokan gereksizliğini fark eden bir sen. Her güzel tarafından sevilmeye, her biçimli bacak tarafından istenmeye, görülüp seçilmeye, görüp seçmeye doyamayacağını söyleyecek kadar cesur, kendinin farkında bir sen. Ve tüm bu yaman çelişkiler damarlarında gezse de kimseninkilere benzemeyen Leyla’sını kimsenin kimseyi sevemeyeceği kadar güzel seven bir sen varsın.
Evet, o uzay boşluğunda bir adet de ben varım ve senin kalemin böylesine kılıçtan keskinken anlatmak bana düşmez beni. Sadece bir cümleyle, yarası kanayan anne kedi…
Uzayın boşluğunda kendince salınan bedenlerimizi birleştirmeye çalışmak en büyük yanılgımız…. Vuslat başlangıç değil, bizim sonumuz... Kavuşursak ve karıştrırsak hayatlarımızı normal insan çorbasına, kanatlarımız kırılır uçamayız çünkü. Özlemlerimizle tutuşmadıkça tatmin olmuyor, doymuyoruz ki. Uzakta kal sevgili. Yanıma gelerek dünyaya ait zaaflarıma dünyaya ait insanlarını getirme, masal kal sevgili. Bilinmezliğe ve başka bedenlerin, kokusu farklı sarılışlarına uğurlasak da birbirimizi, böylesi ismine ölene dek aşık kalabilmem için en iyisi. Senin dışın başka kadınların terleri içinde tütsülendiğinde neler hissediyorsun bilmiyorum; tıpkı ellerimi teslim ederken başka birine parmaklarımın neler hissedeceğini bilmediğim gibi. Seni olduğun sen gibi değil de kafamda yarattığım o dağ gibi seveceğime göre ben hep, bazen rüyam da bazen de rüya gibi bi gece de gelip koklayıp gitmek en güzeli..
En başında dediğim, en başında bildiğim gibi: malesef “bitmedi ama bitti..”
Evet, o uzay boşluğunda bir adet de ben varım ve senin kalemin böylesine kılıçtan keskinken anlatmak bana düşmez beni. Sadece bir cümleyle, yarası kanayan anne kedi…
Uzayın boşluğunda kendince salınan bedenlerimizi birleştirmeye çalışmak en büyük yanılgımız…. Vuslat başlangıç değil, bizim sonumuz... Kavuşursak ve karıştrırsak hayatlarımızı normal insan çorbasına, kanatlarımız kırılır uçamayız çünkü. Özlemlerimizle tutuşmadıkça tatmin olmuyor, doymuyoruz ki. Uzakta kal sevgili. Yanıma gelerek dünyaya ait zaaflarıma dünyaya ait insanlarını getirme, masal kal sevgili. Bilinmezliğe ve başka bedenlerin, kokusu farklı sarılışlarına uğurlasak da birbirimizi, böylesi ismine ölene dek aşık kalabilmem için en iyisi. Senin dışın başka kadınların terleri içinde tütsülendiğinde neler hissediyorsun bilmiyorum; tıpkı ellerimi teslim ederken başka birine parmaklarımın neler hissedeceğini bilmediğim gibi. Seni olduğun sen gibi değil de kafamda yarattığım o dağ gibi seveceğime göre ben hep, bazen rüyam da bazen de rüya gibi bi gece de gelip koklayıp gitmek en güzeli..
En başında dediğim, en başında bildiğim gibi: malesef “bitmedi ama bitti..”
Friday, September 5, 2008
suS-Uyorum artık

nı bardak-
tan su içe-
miyoruz!
Ben bunu
biliyorum,
su biliyor,
bardak bili-
yor; bir sen
bilmiyorsun!" *
* K.İ.
Wednesday, September 3, 2008
negüzelsürprizbuböyle,hoşgeldin..
"...an itibariyle görüyorum ki iki sevgiliden çok daha fazlası olmuşuz artık biz. Koskoca bir dağı arkana almış gibi güven verici bir şeymiş varlığın ya da pamuk gibi yumuşacık da olabiliyormuş varlığım. Bir dolu kadın ve erkeğin olduğu bu cadı kazanı dünyada hem çılgın bir kadın ve deli bir erkek hem de bir kademe daha ötesi olabilmek, asla sana benzemeyen aksinde artık kendinden bi şeyler görebilmek ve ne yazarsan yaz bu ulaştığın mertebeyi kelimelerle anlatamayacağını bilmek..." yazmışım vakti zamanında.
Gerçekti bu huzur, bu mutluluk ve gerçek şeylere hasretken insanlar biz bu deli adamla birbirimizi gerçekten sevdik. Tamam, insan mutluyken yazmayı unutuyor, anı yaşıyor ve sonra yazılanlara baktığında sadece acı ve ızdırap mıydı çekilen oluyor okuyan göz, ama değildi! Çok istendim, çok istedim; çılgın gibi sevdim, deli gibi sevildim; terledim, terlettim. Mutlu anlarda ben yazamadım, sen yazmadın; o yüzden sen bedduada, ben ağlamakta uzmanlaştık yazılarda. Sonradan farkettim ki ayıp oluyo bunca sürülen sefaya ve bunca güzel şeye, hatta tüm ayrı-kalışlara rağmen hayatımın en güzel hediyesine... Her şeye rağmen biliyorum ki güzel şeylere layığız sen de ben de.
Yalnız, yanlış ve yanmış olsak da güzel yazılara ve güzel yarınlara...
Sunday, August 31, 2008
biz mi?? o da kim??
Ölüm var ve bitmez tükenmez bir hastalık var bu dünyada. Bu sabah sıkıntıyla uyandım ve en kötü haberlerle. Hastanelerde geçiyo ömrümüz, nefret ediyorum. Ve ben hala ne diye yanıyorum ki ne diye üzülüyorum ki hep "ben" le başlayan cümleler kuran birine?
Beni üzdün.
Beni yordun.
Ben çok emek verdim.
Ben artık başka birine gidiyorum.
Ben gün gelecek çok daha iyi olacağım.
Ol. İhya ol.
Bir biz yoktu belki de sende, hiç olmadı. Fotoğraflardaki kadın değişir, çiviler çivileri teker teker söker. Gecenin karanlığında bir gün kare as, diğer gün flush royale olur belki ama el muhakkak açılır. Boynu öpen bir çift dudak olduktan sonra nasolsa bi şekilde hep aynı zevki verir.
Yarın çok özel bir gündü. Ayın 1'inde 1 den 1 çıkarsa 0 kalır diye başlamıştık. Şimdi görüyorum ki 1 koskoca bir yalanmış. Kaç kurtar kendi canını, aman bir kez daha üzemesin aynı Leyla seni. Önemli olan sensin çünkü, bölünmez bütünlüğün. Geride kalan her şeyin canı cehenneme. Üç vakte kadar yok olur arda kalan, unutulur bile.
Hayat zor, bir şey tek bi şey iyi gitsin canımı veririm diyorsun. Sonra her şeyi ellerinle bozuyorsun. Yalvarmak iyi bir yapıştırıcı değil malesef ve bunu laboratuvar ortamında değil hayatınla deneyimliyorsun. Sonra karşında yangından, eşyaları, pılısı pırtısıyla kaçan bir adam görüyosun. El bile sallayamıyorsun.
Beni üzdün.
Beni yordun.
Ben çok emek verdim.
Ben artık başka birine gidiyorum.
Ben gün gelecek çok daha iyi olacağım.
Ol. İhya ol.
Bir biz yoktu belki de sende, hiç olmadı. Fotoğraflardaki kadın değişir, çiviler çivileri teker teker söker. Gecenin karanlığında bir gün kare as, diğer gün flush royale olur belki ama el muhakkak açılır. Boynu öpen bir çift dudak olduktan sonra nasolsa bi şekilde hep aynı zevki verir.
Yarın çok özel bir gündü. Ayın 1'inde 1 den 1 çıkarsa 0 kalır diye başlamıştık. Şimdi görüyorum ki 1 koskoca bir yalanmış. Kaç kurtar kendi canını, aman bir kez daha üzemesin aynı Leyla seni. Önemli olan sensin çünkü, bölünmez bütünlüğün. Geride kalan her şeyin canı cehenneme. Üç vakte kadar yok olur arda kalan, unutulur bile.
Hayat zor, bir şey tek bi şey iyi gitsin canımı veririm diyorsun. Sonra her şeyi ellerinle bozuyorsun. Yalvarmak iyi bir yapıştırıcı değil malesef ve bunu laboratuvar ortamında değil hayatınla deneyimliyorsun. Sonra karşında yangından, eşyaları, pılısı pırtısıyla kaçan bir adam görüyosun. El bile sallayamıyorsun.
Saturday, August 30, 2008
yol
29/08/08 - 10:00
"İner inmez ilk seni arayacağım" diyebileceğim biri yok, kalmadı avucumda. Gitti, terketti, unutmak için beni üç aya kadar başka birinin kolarında belki. Uzaktan izledim o kadını ve adamı, sanırım hayatımda kıskanmadığım kadar kıskandım dudaklarındaki mutluluğu. Altmışbeş yaşıma geldiğimde hala onun gibi kızıla boyatabilecek miyim saçlarımı? Fırfırlı etek ve şık ayakkabılarla seyahate çıkacak kadar sevebilecek miyim kendimi? Daha önemlisi bu cümleyi kurarken karşımdakine -saçları kırlaşmış erkeğime, en sevdiğime- o da pırıl pırıl gözlerle, işte kadınım bu benim diye bakabilecek mi gözlerime?Kadın sırtını sıvazladı erkeğin mavi gömleğinin üzerinden. Erkek eğildi, boynunu öpecekken kızıl saçlarının arkasından kadının, belli ki son anda vazgeçip sol yanağını öptü uzun uzun. Gözlerimi kapattım. Senin o güzelim suratın geldi aklıma. Açmadım gözlerimi. Canım yansa da bilerek devam ettim özlemeye hiç benim olmayacak geleceğimi, seni..
12:30
Bolu'yu geçmişiz. Yolda inek ve boğa görmeye bayılıyorum. Saatlerce izleyebilirim sakin, salına yürüyüşlerini; benimkiler gibi dünyaya şaşkın şaşkın bakan kocaman gözlerini. Özenilerek yaratılmışsınız hepiniz. Merak etmeyin dünya uzayda falan değil hala boynuzlarınızın üzerinde dönüyor!
13:05
İnek etkisi kısa sürdü. Seni düşünüyorum. Bodrum terminalinde Kamilkoç ofisinin üzerindeki yazının yanlış olduğunu daha kaç kişi ıspatlayacak ki, bir yolculuk bin gam dağıtmıyor işte! Tersine içim daha çok yanıyor.
Yerim, yanın. Sensizlik çok pis bi şey, her seferinde ilk kez gitmişsin gibi.. Her seferin acısı inadına hep aynı..
14:00
Sinir atakları yokluyor ya bazen deliriyorum. Karşılıklı yapılanlar bu kadar basit olmamalıydı! Çok kolay kırdım, aptalım! Karşılığında da çok kolay sillindim defterlerden, tersini düşündüğüm için aptalmışım! Afedilmemeyi afetmemeliyim!
14:55
"N. ben Van'lıyım biliyo musun, ama Van benli değil".
Seni,
seni,
ben var ya seni yerim..
Uğruna, yoluna ömrümü veririm.
Elimde değil...
Sunday, August 24, 2008
BİR AYRILIŞ HİKAYESİ
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın yüzü güneşli bir ana gibi, en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...
Thursday, August 21, 2008
Hayal
Sararmış solmuş ellerime bakıyorum. Kadın güçlüdür diyenler halt etmiş, erkek gücü karşısında o kadar aciziz ki. Bir de mikrop gücü karşısın da tabii, ama salmonella değil bu sefer başka bir nane. Biri için ağrı kesici diğeri için antibiyotik içtim ve zamana karsı uzandım yatağıma. Buradan çıkıp daha başka tümevarımlara doğru gitmeyeceğim. Sadece dinlenip kalkacağım, ilk önce saatlerimi banyoda harcayacağım, tüm parmaklarımı tek tek seveceğim ve herbirine akide şekeri renginde ojeler hediye edeceğim. Kıskanmasın diye mis kokulu kremleri de tenime... Yarın sabah kafamın derisini biraz acıtacağım ama saçlarım en sevdiğin kızıl olacak bi kere daha. Sonra minik bir parlatıcı dudaklarıma. Eveet işte hazırım bana uğrayan dişilere yeniden "inceden" saldırmaya!
Hüzünlü şarkıları sevmiyorum, mutsuz ve içi kötü insanları da artık. Uğraşamıyorum çünkü biliyorsunuz ki "unutuyorum". Sadece seni seviyorum ve bana kendi ellerinle öğrettiğin zevkleri. Hayalini bile...
Hüzünlü şarkıları sevmiyorum, mutsuz ve içi kötü insanları da artık. Uğraşamıyorum çünkü biliyorsunuz ki "unutuyorum". Sadece seni seviyorum ve bana kendi ellerinle öğrettiğin zevkleri. Hayalini bile...
Tuesday, August 19, 2008
"miniğim, miniciğim benim.."
Dudakların, parmakların, bakışların, güvende hissetirmen, kahkahaların ve her şey hayatımın rutini değil her an kaybedilebilecek en özel ayrıntılarıymış, anlayıp da, varlığına tapınmam için çocuk gibi kaybetmem gerekti, ne yazık. Masal dudaklar...
Dün gece aç geçen 40 saatten sonra ılık çorbayı minik yudumlarla içerken anladım. Her yerim çok acıdı ama anladım. Kader denilen kederli kadınla her karşılaştığında dik durmak, gözlerini kurutmak gerek. Çünkü gizli saklı sürekli başkaldırsan da zamanın yaşanacakları bir gün kapına getireceğine, inanmalı artık bu gün olmasa bu kaybediş daha dönülmez bir zamanda olacaktı. Haklı ya da haksız her şeyi küçük bedeninde yıllarca saklamış herkes bi gün acı acı kusacaktı. Her şeyini yitirebileceğini unutarak yanlış bir cürretle alevler saçacaktı.
Şimdi artık istenmediğimi ve seviyorum dese de dudaklar eskisi gibi sevilmediğimi biliyorum. Sadece iki hafta içinde kaybettim hepsini. Kimseyi, çocukça mutluluğumu paylaştığım hiç bir kara kalpliyi, suçlamayacağım çünkü herkes sadece kendi elleriyle kendi sonunu hazırlar. Ben dakikalar içinde anlasam da sözlerimin ağırlığını bileklerime bağlayıp dipsiz kuyulara düştüğümü, biliyordum seni geri döndüremeyeceğimi. Tüm yakarış kelimelerim itiraf ediyorum çok komik ama bi kerecik "minik" demen içindi bana. Demedin. Şimdi bir yelpaze var elimde, sakin sakin sallıyorum kalbime. Sen ne kadar güçlüysen ben o kadar güçlü olamayacağım ama yarısına yaklaşsam bana ve geçmişimi taşıyabilmem için omuzlarıma yeter belki.
Çok işim var, unuttuklarımı sandıklardan çıkaracağım bu gün. Tam birbuçuk sene önce öğrenmiştim, seni varlığın yanımda olmadan da sevmeyi, uyurken aylarca göremesem de yanımda hissetmeyi. Dudaklarını düşünerek gülümsemeyi. Kıvrılıp yatağıma, sessiz nefesimi dinliyorum senden istemeye gücüm yok ama tanrıya tek bir şey için yalvarıyorum, artık benim de olmayan bedenin bu sefer kimsenin olmasın. Şimdilik bencilce istiyorum bunu ama kartallar kadar özgürsün.
Seni çok seviyorum.. Hasta olunca, üzülünce, kaza yapınca içim yanıyo o yüzden kinyasıma iyi bak. Çok iyi bak..
Dün gece aç geçen 40 saatten sonra ılık çorbayı minik yudumlarla içerken anladım. Her yerim çok acıdı ama anladım. Kader denilen kederli kadınla her karşılaştığında dik durmak, gözlerini kurutmak gerek. Çünkü gizli saklı sürekli başkaldırsan da zamanın yaşanacakları bir gün kapına getireceğine, inanmalı artık bu gün olmasa bu kaybediş daha dönülmez bir zamanda olacaktı. Haklı ya da haksız her şeyi küçük bedeninde yıllarca saklamış herkes bi gün acı acı kusacaktı. Her şeyini yitirebileceğini unutarak yanlış bir cürretle alevler saçacaktı.
Şimdi artık istenmediğimi ve seviyorum dese de dudaklar eskisi gibi sevilmediğimi biliyorum. Sadece iki hafta içinde kaybettim hepsini. Kimseyi, çocukça mutluluğumu paylaştığım hiç bir kara kalpliyi, suçlamayacağım çünkü herkes sadece kendi elleriyle kendi sonunu hazırlar. Ben dakikalar içinde anlasam da sözlerimin ağırlığını bileklerime bağlayıp dipsiz kuyulara düştüğümü, biliyordum seni geri döndüremeyeceğimi. Tüm yakarış kelimelerim itiraf ediyorum çok komik ama bi kerecik "minik" demen içindi bana. Demedin. Şimdi bir yelpaze var elimde, sakin sakin sallıyorum kalbime. Sen ne kadar güçlüysen ben o kadar güçlü olamayacağım ama yarısına yaklaşsam bana ve geçmişimi taşıyabilmem için omuzlarıma yeter belki.
Çok işim var, unuttuklarımı sandıklardan çıkaracağım bu gün. Tam birbuçuk sene önce öğrenmiştim, seni varlığın yanımda olmadan da sevmeyi, uyurken aylarca göremesem de yanımda hissetmeyi. Dudaklarını düşünerek gülümsemeyi. Kıvrılıp yatağıma, sessiz nefesimi dinliyorum senden istemeye gücüm yok ama tanrıya tek bir şey için yalvarıyorum, artık benim de olmayan bedenin bu sefer kimsenin olmasın. Şimdilik bencilce istiyorum bunu ama kartallar kadar özgürsün.
Seni çok seviyorum.. Hasta olunca, üzülünce, kaza yapınca içim yanıyo o yüzden kinyasıma iyi bak. Çok iyi bak..
...............................
-ben miniğimi özledim
-sakin sakin yanımda nefes almanı
-bana huzur vermeni
-yanına dinlenmek için gelmeyi
-seve seve
-özleye özleye
-boynun koklaya koklaya
-ben de... :.(
Friday, August 15, 2008
yeni yıl yazısı
Benim yıl dönümüm yazın bittiği gün. Yine bir yaz bitti demek apacık yine bir yıl bitti demek. Yılbaşı denilen takvim günü hiç bi şey hissettirmezken ağustosun ortasında bir can sıkıntısı kaplıyor içimi, yaş alıyorum, biliyorum!
Bu yılda eksilttikleriyle bitti sayılır işte. Ve sonra en sevdiğim ay, yeni yılın ilk ayı, "eylül" gelecek tüm ihtişamıyla, peşisıra.
Her şey bitmeden ve güzel güneş bizi terketmeden kuzucum nooolur sanki noelimizi Kaş'ta geçirsek?? Çok ihtiyacım var Akdenize ve sana..
Bu yılda eksilttikleriyle bitti sayılır işte. Ve sonra en sevdiğim ay, yeni yılın ilk ayı, "eylül" gelecek tüm ihtişamıyla, peşisıra.
Her şey bitmeden ve güzel güneş bizi terketmeden kuzucum nooolur sanki noelimizi Kaş'ta geçirsek?? Çok ihtiyacım var Akdenize ve sana..
Thursday, August 14, 2008
pushover
hayatım kapalı kutu. açıldığında acıyor zaten. tek yapamadığım bir başına mutlu olabilmek. hala hayaller kuruyorum demek ki, ya da normal insanların normal hayatlarına çaktırmadan özeniyorum belki de. şimdi bunu yazarken boğazım düğüm düğüm, o yüzden cümleler peşi sıra eklenmiyor birbiri ardına. sürükleniyorum, aslında genel olarak duruyorum. çünkü insan inat etmedikçe kimse, en yakını bile gelip sormuyor fikrini ya da ne istediğini. herkes planlar yapıyor, kimisi tüm iyi niyetiyle sessizliğimi sonuna kadar kullanıyor, kimisi nasolsa susuyor diye her yerimden saldırıyor. niye diye soruyorum, içimden tabii. içim susuyor dediğim gibi. konuşmayı bilmediğimden değil, en sevdiğim şey aslında ana dilimi annemin bile öğrettiğinden güzel konuşmak, sadece erdem sanıyorum bazılarının unuttuğu tüm değerleri. eskiden olsa diretirdim her şey benim istediğim gibi olsun diye şimdi huzurlu bir sahilde yüzümü denize dönmüş gibiyim. tanıyan bilir beni, tek bir şeye değişmem sıkıca sarılan birinin güven dolu ellerini. kumlarda yavaş yavaş yürüyüp, topuzumun açık bıraktığı ensemde dinlenip, sakince sarıldığında huzurla suratına gülümseyeceğim. kimse benim kadar az şey, dolayısıyla kimse benim kadar çok şey istemiyor. artık rahat bırakın beni. eğer su serpecekse bu kararmış içlerinize: ben de ulaşamadan öleceğim hayalime tıpkı sizin gibi.
Tuesday, August 5, 2008
mız-- mızz---
Hastayım.. Kocaman bir antibiyotiği boğazımdan zorla geçirerek içmeye çalışıyorum.. Akşam 9 da uyuyorum sabah 8 de kalkıyorum ama her yerime iğneler batıyor gibi, dinlenemiyorum. Ateşim çıkıyor ama hava da, su da, rüzgar da sıcak; soğuyamıyorum..
Sevdicekle ayrı şehirlerde olmaktan tiksindiğim kadar başka bi şeyden tiksinmiyorum. Bunu ona söyleyip içini kaçırmak istemiyorum, çünkü bu sene kimsenin kemikleri onunki kadar haketmedi dinlenmeyi, tatili, güneşi. Gelince okusun ama ayrı şehirler bana soğuk, kaybetmiş kış gecelerini hatırlatıyor. Anlamsız geliyor onsuz yaşadığım her saniye artık. Özlemenin de ötesinde garip bir anlamsızlık: niye o ordayken ben burdayım ki gibi basit ama cevapsız ve sakince sorulmuş bir soru.
Çalışıyorum. Manasızca çalışıyorum.. Hoş zaten ulvi bir amaca hizmet etmedikçe bu adı özel sektör olan her türlü yerde çalışmak yeterince manasız. Enerjinizin hepsini nakte çevirmezlerse kurtlanıyor bu işverenler ve delirircesine saldırıyorlar. Bana gelen nakit ise nerdeyse tamamen enerji olarak geri çıkıyor tabii biraz farklı olarak: mazotun arabama verdiği beygir enerjisi!
Telefon geldi, beni çağırıyorlar sevgili elemanlarım mağazadan. Ne gibi bi aptallık için gidince anlayacağım. Tüh ne güzel de dünyayı unutmuş yazıyordum..
By..
Sevdicekle ayrı şehirlerde olmaktan tiksindiğim kadar başka bi şeyden tiksinmiyorum. Bunu ona söyleyip içini kaçırmak istemiyorum, çünkü bu sene kimsenin kemikleri onunki kadar haketmedi dinlenmeyi, tatili, güneşi. Gelince okusun ama ayrı şehirler bana soğuk, kaybetmiş kış gecelerini hatırlatıyor. Anlamsız geliyor onsuz yaşadığım her saniye artık. Özlemenin de ötesinde garip bir anlamsızlık: niye o ordayken ben burdayım ki gibi basit ama cevapsız ve sakince sorulmuş bir soru.
Çalışıyorum. Manasızca çalışıyorum.. Hoş zaten ulvi bir amaca hizmet etmedikçe bu adı özel sektör olan her türlü yerde çalışmak yeterince manasız. Enerjinizin hepsini nakte çevirmezlerse kurtlanıyor bu işverenler ve delirircesine saldırıyorlar. Bana gelen nakit ise nerdeyse tamamen enerji olarak geri çıkıyor tabii biraz farklı olarak: mazotun arabama verdiği beygir enerjisi!
Telefon geldi, beni çağırıyorlar sevgili elemanlarım mağazadan. Ne gibi bi aptallık için gidince anlayacağım. Tüh ne güzel de dünyayı unutmuş yazıyordum..
By..
Saturday, August 2, 2008
Minik
Belki bi gün çok profesyonel biri olduğumda, hiç sakarlık etmeyecek kadar dikkatli olabildiğimde, önümde aniden durmuş bir arabayı çabuklukla farkedebilecek kadar algıları açık olduğumda, pin-pon oynarken gülerek eğlenmek yerine kazanmak için hırs yaptığımda daha bükülmez daha güçlü ve mutlu olabileceğim ama ben yine aynı ben mi olacağım?
Yaşam bana iki beden büyük. "Minik" olmayı seçmedim, sadece seviyorum.
Malesef..
Yaşam bana iki beden büyük. "Minik" olmayı seçmedim, sadece seviyorum.
Malesef..
Wednesday, July 16, 2008
+36 ºC
Hep yorgun, argın ve de dargın anların tam ortasındayken oturup yazmak olmaz bazen de sakinliği kaydetmeli ki bi yerlere kaybedince okuyarak daha derinden "vahh" sesi verebilesin. Bu gün öyle sakinim ki bu taraftan duvara bakınca her şey yerli yerinde raflarında, inci gibi. Sana bakınca da öyle hatta inanması güç ama kendi içime bakınca da... Hiç arkadaş olamayacağımızı, yıllar geçse de iki deli sevgili kalacağımızı söylerdim tarih geçen senelerden herhangi biri olsa, ama an itibariyle görüyorum ki iki sevgiliden çok daha fazlası olmuşuz artık biz. Koskoca bir dağı arkana almış gibi güven verici bir şeymiş varlığın ya da pamuk gibi yumuşacık da olabiliyormuş varlığım. Bir dolu kadın ve erkeğin olduğu bu cadı kazanı dünyada hem çılgın bir kadın ve deli bir erkek hem de bir kademe daha ötesi olabilmek, asla sana benzemeyen aksinde artık kendinden bi şeyler görebilmek ve ne yazarsan yaz bu ulaştığın mertebeyi kelimelerle anlatamayacağını bilmek...
iyi geceler.
iyi geceler.
Friday, July 11, 2008
N'oluyo bana??
Çok fazla uyuyorum, yetmesi gerekenden çok daha fazla saati amaçsızca uyuyarak geçiriyorum.
Çok fazla çalışıyorum, durmam gerekenden çok daha uzun süreler gereksiz yere işte kalıyorum.
Çok fazla çalışıyorum, durmam gerekenden çok daha uzun süreler gereksiz yere işte kalıyorum.
Wednesday, July 2, 2008
leyla ve ben
Hayat
ondan neyi istersen
onu veriyor.
Çünkü ben
artık kendisinden bir şey istemiyorum.
Bıktım.
Sıkıldım.
Vazgeçtim.
Oynamıyorum.
Sadece duruyorum.
Çıkartmayacağım bu siyah yüzüğümü parmağımdan.
ondan neyi istersen
onu veriyor.
Çünkü ben
artık kendisinden bir şey istemiyorum.
Bıktım.
Sıkıldım.
Vazgeçtim.
Oynamıyorum.
Sadece duruyorum.
Çıkartmayacağım bu siyah yüzüğümü parmağımdan.
Monday, June 30, 2008
mono/polygamous
Hayatında biri varken, hatta bırak fiili şeyleri beyninde biri varken, başka biriyle olamamak insan üstü bir erdem midir? Çünkü bu düşünerek, kendini durdurarak ve durdurduğunu da her gün kendi kendine tekrarlayarak yapılabilecek bi şey değil, ancak yılların ya da hayatın bünyeye yedirdiği öğrenilmiş davranışlar kadar doğal olacak ki zincir ölene dek kırılmasın. Ne yaptığını bunu neden yaptığını bile sorgulatmamalı ki için, o şekilde yaşamanın doğallığına alışasın. "Ben senin uğruna neleri kimleri geri çevirdim" diyorsan içinden ya da "amaan kimsecikler görmedi, nerden bilecekler" diye sinsi sinsi düşünebiliyorsan, evet sen de aslında çok eşlisin.
Böyle bir erdeme sahip olan dişi ya da erkekler ulaşılamayacak kadar özel bir tahtta oturup aşağıdaki hayvan dolu kafesi gülerek izliyorlar gibi geliyor gözümü kapatıp, canlandırdığımda. Bir mitosdan fırlamış gibi, güzel ve hatta inadına daha seksi..
Yanlış anlaşılmasın kendimi bir tahtın üzerinde, boynundan bağladığı beyaz elbisesiyle aşağıları süzen melek gibi göremeyecek kadar mütavazı; kafeslerle çevrelenmiş kocaman bir arenanın içinde, bunun için şartlanmış güdüleriyle çevresini kollayan hayvan gibi göremeyecek kadar da taraf'ım. O yüzden kendimi bu yazıdan iyi ya da kötü tenzih ediyorum. Kendimle ilgili söyleyebileceğim tek şey: böylesine bir doymazlığın uzağımda yaşandığında bakışlarımı çevirecek kadar iğrendiğim, yakınımda yaşandığındaysa zaaflarım karşı koysa bile içten içe sakince uzaklaştığım.
Böyle bir erdeme sahip olan dişi ya da erkekler ulaşılamayacak kadar özel bir tahtta oturup aşağıdaki hayvan dolu kafesi gülerek izliyorlar gibi geliyor gözümü kapatıp, canlandırdığımda. Bir mitosdan fırlamış gibi, güzel ve hatta inadına daha seksi..
Yanlış anlaşılmasın kendimi bir tahtın üzerinde, boynundan bağladığı beyaz elbisesiyle aşağıları süzen melek gibi göremeyecek kadar mütavazı; kafeslerle çevrelenmiş kocaman bir arenanın içinde, bunun için şartlanmış güdüleriyle çevresini kollayan hayvan gibi göremeyecek kadar da taraf'ım. O yüzden kendimi bu yazıdan iyi ya da kötü tenzih ediyorum. Kendimle ilgili söyleyebileceğim tek şey: böylesine bir doymazlığın uzağımda yaşandığında bakışlarımı çevirecek kadar iğrendiğim, yakınımda yaşandığındaysa zaaflarım karşı koysa bile içten içe sakince uzaklaştığım.
Thursday, June 26, 2008
dönüyor..
Yetemeyeceğim ve artık dişilyolarkadaşı değil de manasızbireveşyası olacağım o günün gelmesinden çok korkuyorum. Bu yüzden sanki zaman geçip gitmiyormuş gibi yapıyor ve hayatı durduruyorum. Ama böyle de olmuyor, çünkü durmuyor..
Monday, June 23, 2008
!?^3hırrr'!%&/"^^
Her yerim ağrıyo, yorgunum, bu koca evde sessiz, kimsesizim.. Sevilmeye ihtiyacım var, bi tencere pilav olup minik minik yenmeye... Koskoca bir sevdicek var ama ben her gece yorgana sarılıyorum uyurken! Biliyorum havalar çok ısındı ama kaldırıp dolaba koyamıyorum yorganı işte. Çok sıkıldım sen-siz-lik-ten. Lotodan büyük ikramiye çıkmış da bi sebepten milli piyango idaresine gidemiyormuş gibiyim. Ruh isyan ediyo bu gün, ediyo, durduramıyorum, ediyo işte, ediyo...
LabeLs:
çok sevmek,
ihtiyaç duymak,
özlemek,
sinirden kudurmak
Sunday, June 22, 2008
Ayna
Uzun zamandır içine girmediğin bir arkadaş topluluğunun içinde oturmak; dinlemek ve hayatlarına bakmak, tanıdığın bildiğin her zamanki bir banyo aynasına değil de daha önceden asıp unuttuğun kocaman bir aynaya birden bire bakıvermek ve alışmadığın bir açıdan yansıyan aksini görmek gibi bir şey. Unutmuştum ne iyi oldu(!) bir kez daha gördüm ne kadar hırs mevhumundan yoksun olduğumu, tüm dişi varlıkların en hayalsizleri arasında ilk sırayı çektiğimi, herkesin mutlu olduğu şeylerle mutlu olamayacağımı. Farkettim ki yeniden hayat o yüzden bana hep daha zor, daha yorucu. Öyle görünüyor ki kolaylaşmayacak da..
Monday, June 2, 2008
it's gettin' hot in here
Ve haziran vee yaz ve sıcak vee miskinlik. Seviyorum sıcak mevsimleri. Çünkü daha dün gibi hatırlıyorum şubat ayı boyunca kara şubat diye kendisine saydırdığım günleri. Sanki hava ısınınca yükü hafifliyor hayatın. Daha manasız şeylere gülümseyebiliyor insan, güneyli insanların yüzündeki huşu dolu ifade yerleşiyor suratlara.
Bu yazıyı yazdığım ofis ortamında şu anda bunu yaşamıyorum belki. Entropiyle ilgili düşünceler beynimin duvarlarında çılgınca zıplıyor ve hatta kaybetme korkusu, hayatın kahpeliği, geleceğin bulanıklığı gibi şeyler bi damarlarımda bi kalbimde ama ben somut bir şey buldum sevinecek: Haziran.
Şöyle bir deniz hatırlıyorum, içinde simidiyle yüzen tek bir cırlak çocuk yok ya da birbirine sırnaşan tek bir çift. Hatta deniz bomboş, her şeyimle sizinim der gibi karşımızda. Sert bir şezlong üzerinde yumşacık güneş rengi bir havlu... Kimsecikler yok yanımda, bulut bile yok havada. Gereksiz her ayrıntı resimden bir cımbızla özenle ayıklanmış gibi ve bu sadelikte görünen tek şey benim ve senin sırtını güneşe dönmüş, ayaklarını iskeleden suya uzatmış bedenlerimiz. Dalgalar geldikçe dizlerimize kadar ıslanıp çocuklar gibi gülümsüyoruz bakmadan birbirimize. Saçlarına dokunuyorum. Ne dersin atlasak mı dibi görünmeyen suya?
Güneş mutlu ediyor beni, gözlerimi kamaştırıyor, ruhumu temizliyor ve her yaz bir kez daha aşık oluyorum sana. Termodinamiğin ikinci kanunuyla didişmiyorum böyle sakin günlerde. İçinde bulunduğumuz sistem dışarıdan çılgınca enerjiyle yüklenmedikçe düzensizliğe ve hatta kaosa doğru gidiyorsa gitsin kime ne hatta şerefe!
Sev beni ve sarıl hadi, sıkı olsun..
Bu yazıyı yazdığım ofis ortamında şu anda bunu yaşamıyorum belki. Entropiyle ilgili düşünceler beynimin duvarlarında çılgınca zıplıyor ve hatta kaybetme korkusu, hayatın kahpeliği, geleceğin bulanıklığı gibi şeyler bi damarlarımda bi kalbimde ama ben somut bir şey buldum sevinecek: Haziran.
Şöyle bir deniz hatırlıyorum, içinde simidiyle yüzen tek bir cırlak çocuk yok ya da birbirine sırnaşan tek bir çift. Hatta deniz bomboş, her şeyimle sizinim der gibi karşımızda. Sert bir şezlong üzerinde yumşacık güneş rengi bir havlu... Kimsecikler yok yanımda, bulut bile yok havada. Gereksiz her ayrıntı resimden bir cımbızla özenle ayıklanmış gibi ve bu sadelikte görünen tek şey benim ve senin sırtını güneşe dönmüş, ayaklarını iskeleden suya uzatmış bedenlerimiz. Dalgalar geldikçe dizlerimize kadar ıslanıp çocuklar gibi gülümsüyoruz bakmadan birbirimize. Saçlarına dokunuyorum. Ne dersin atlasak mı dibi görünmeyen suya?
Güneş mutlu ediyor beni, gözlerimi kamaştırıyor, ruhumu temizliyor ve her yaz bir kez daha aşık oluyorum sana. Termodinamiğin ikinci kanunuyla didişmiyorum böyle sakin günlerde. İçinde bulunduğumuz sistem dışarıdan çılgınca enerjiyle yüklenmedikçe düzensizliğe ve hatta kaosa doğru gidiyorsa gitsin kime ne hatta şerefe!
Sev beni ve sarıl hadi, sıkı olsun..
Sunday, June 1, 2008
midem
varlığını bilerler, yıllanmış ve dışarıdan değerli görünen varlığını... karşına geçip gülmüserler, gözünün içine bakarlar, konuşurlar, tokalaşırken memnun(!) bile olurlar. sonra hiç bir şeyin aslında o kadar sarsılmaz olmadığını keşfeder ve karşılarındakinin ruhunun yumuşak boşluklarıdan salonuna doluşurlar..
bulanıyor.
bulanıyor.
Tuesday, May 27, 2008
- herkes mutsuz, seni çok iyi gördüm.
Dün, beni bi senedir görmemiş olan ve doğduğum günden beri beni bilfiil tanıdığı için bir anlamda içimi dışımdan daha iyi bilen arkadaşkuzenimle buluştum ve laf arasında dediği şey düşündükçe gülümsetiyor yüzümü. Acaba kendime bile farkettirmeden bir içsel mertebeye mi ulaştım ne??
Friday, May 23, 2008
yalelli
Bu haftanın başı itibariyle iş - güç durumlarına yeniden bulaşmış durumdayım. Sabah erkenden kalkma huyum evin dört duvarı içerisinde bedavaya gitmiyor yani artık. Önce alışveriş sonra fiş olarak geçirdiğim her gün bana da bir miktar para olarak geri dönüyor. Henüz her şey çok yeni bakalım nasıl şekillenecek zamanla.
Yeni tanıştığım insanların arasındayken onların bende gördüğü beni izlemek hem değişik zevkli bir oyun hem de yorucu bir psikolojik gözlem durumu. Herkesin kendi birikimine göre anlamadığı şeyler var bu genelde az konuşan, biraz sakar, narin olmasa da nazik, koca gözlü "ben" de. Patron eğer düşündüğü gibiysem neden bu Ankaranın içi bile olmayan garip yerde çalıştığımı merak ediyor ve tartıyor sürekli ne zaman bıkar giderim diye, finans müdürü hergün işe koşa koşa ama 15 dakika geç kalmamdan sıkıntılı fakat ses çıkaramıyor şimdilik, pastacı ustası belki kendi laz şivesiyle düşünüyor beyninin içinde de ve elinde yüzünde bir ağraz bulamadığı bu kızın bu yaşına kadar neden bir alanının çıkmadığını sorguluyor kendince. İşte böyle akıp gidiyor bu ara zaman. Ben uğraşmıyorum kimseyi tartmakla. Duygusal kategorizasyon yok artık para insanları arasında! O yüzdendir ki normalden az konuşarak izliyorum karşımdakileri. Bütün bu samimiyetsiz, simbiyotik gündüzlerden sonra yanına sakince kıvrılmak en büyük hayalim oluyor akşamları. Kapatıp gözlerimi yanında sessizce dinlendirmek, temize çekmek istiyorum beynimi.
Neyse..
A desemolmaz a a desemolmaz birineuysa ötekineuymaz yalelliyalelliyalelliozaman...
Yeni tanıştığım insanların arasındayken onların bende gördüğü beni izlemek hem değişik zevkli bir oyun hem de yorucu bir psikolojik gözlem durumu. Herkesin kendi birikimine göre anlamadığı şeyler var bu genelde az konuşan, biraz sakar, narin olmasa da nazik, koca gözlü "ben" de. Patron eğer düşündüğü gibiysem neden bu Ankaranın içi bile olmayan garip yerde çalıştığımı merak ediyor ve tartıyor sürekli ne zaman bıkar giderim diye, finans müdürü hergün işe koşa koşa ama 15 dakika geç kalmamdan sıkıntılı fakat ses çıkaramıyor şimdilik, pastacı ustası belki kendi laz şivesiyle düşünüyor beyninin içinde de ve elinde yüzünde bir ağraz bulamadığı bu kızın bu yaşına kadar neden bir alanının çıkmadığını sorguluyor kendince. İşte böyle akıp gidiyor bu ara zaman. Ben uğraşmıyorum kimseyi tartmakla. Duygusal kategorizasyon yok artık para insanları arasında! O yüzdendir ki normalden az konuşarak izliyorum karşımdakileri. Bütün bu samimiyetsiz, simbiyotik gündüzlerden sonra yanına sakince kıvrılmak en büyük hayalim oluyor akşamları. Kapatıp gözlerimi yanında sessizce dinlendirmek, temize çekmek istiyorum beynimi.
Neyse..
A desemolmaz a a desemolmaz birineuysa ötekineuymaz yalelliyalelliyalelliozaman...
Friday, May 16, 2008
why does my heart feel so bad?
Bütün inandığım değerler elimden alındı. Çırılçıplağım ve tenimin her yeri yara.
Küsemem çünkü unuturum yapılanı; kinle yaşayamam çünkü içim pürüzsüz, öyle büyüttüler beni; güvenirim sevdiğim bi avuç insana, diğer türlüsünü bilmem çünkü.
Şimdi tüm bunlar ve ben kırıldık paramparça.
"Neden" diye inleyerek uykuya dalıyorum geceleri. Ağlıyorum erdem sandığım değerlerimin beni aciz biri yaptığını gördükçe. Durduramıyorum kendimi sessiz sessiz ağlıyorum.
Bu gün benim doğum günüm ama korkuyorum kendimden, böyle karnıma bıçaklar sokularak yaşamaktan. Yaşlandım ve içimi koyultamam artık, sert ve bıçak geçmez birine dönüşem. Bir süre sonra suyum yolunu bulur ve sakince kıvrılırım hayatın dizinin dibine yeniden tekme atıp acıtana dek.
Kısa film kadar tamamlanmış hissediyorum. Bitse burda keşke..
Küsemem çünkü unuturum yapılanı; kinle yaşayamam çünkü içim pürüzsüz, öyle büyüttüler beni; güvenirim sevdiğim bi avuç insana, diğer türlüsünü bilmem çünkü.
Şimdi tüm bunlar ve ben kırıldık paramparça.
"Neden" diye inleyerek uykuya dalıyorum geceleri. Ağlıyorum erdem sandığım değerlerimin beni aciz biri yaptığını gördükçe. Durduramıyorum kendimi sessiz sessiz ağlıyorum.
Bu gün benim doğum günüm ama korkuyorum kendimden, böyle karnıma bıçaklar sokularak yaşamaktan. Yaşlandım ve içimi koyultamam artık, sert ve bıçak geçmez birine dönüşem. Bir süre sonra suyum yolunu bulur ve sakince kıvrılırım hayatın dizinin dibine yeniden tekme atıp acıtana dek.
Kısa film kadar tamamlanmış hissediyorum. Bitse burda keşke..
Thursday, May 8, 2008
PG
Platin saçlı kuzucuk bavulunu hazırlıyor karşımda. Bir tanecik dostum gidiyor Ankara'dan İzmir'e çalışmaya. Nasıl göndericem ben seni? Kalıcam buralarda bir başıma. Nasolsa okumuyosun bu sayfayı, o yüzden yazaken istediğim kadar ağlayabilirim.
Hadi bakalım uğurlar ola..
Hadi bakalım uğurlar ola..
ÇOKO-PRENS
Bir insanın sevgilisinin yedi kıta gezen bir kaptan olması ile binbir hasta kesen bir cerrah olması arasında hiç fark yokmuş, öğrendim.. Görüşebilmek için ya alt kamarada ya da hastane odasında yaşıyor olmak gerekiyormuş, malesef.. Ama alışıyorsun, herbir şeye alıştığın gibi buna da sonunda. Çünkü sevdicek sevdiği işi yaptığı için, biçimli parmakları iki kat eldivenin içine çok yakıştığı için ve çocuk şefkati ile bakabilen gözlerle hastane koridorlarında dertlere derman dağıttığı için mutluyum ben aslında.
Yine de zor olan bi şey daha var. Senin için pek önemli olan o uzun boylu, kara kaşlı, kara gözlü varlığın memnun edilmesi ve de acılarının dindirilmesi çok zor olan bir dolu yaralı insanın içinde yaşadığını bilmek. Bunun için öldürülen bir sürü insan haberi hatırlıyor zihnisinir beynim ve içim ürperiyor! (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=169761).
Korkunç..
Ölen bir hasta, içi kanayan bir hasta yakını ya da hiç kimsecikler üzemesin benim sevdiceğimi, çöpten mi buldum ben onu! Hata tam tersi herkes, hadi tamam dişi yaratıklar da dahil(!), hayran hayran izlesinler mesleğini yaparken doktorlarını. "Prens" bile diyebilirler, yani o kadar diorum daha ne diyim?
Yine de zor olan bi şey daha var. Senin için pek önemli olan o uzun boylu, kara kaşlı, kara gözlü varlığın memnun edilmesi ve de acılarının dindirilmesi çok zor olan bir dolu yaralı insanın içinde yaşadığını bilmek. Bunun için öldürülen bir sürü insan haberi hatırlıyor zihnisinir beynim ve içim ürperiyor! (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=169761).
Korkunç..
Ölen bir hasta, içi kanayan bir hasta yakını ya da hiç kimsecikler üzemesin benim sevdiceğimi, çöpten mi buldum ben onu! Hata tam tersi herkes, hadi tamam dişi yaratıklar da dahil(!), hayran hayran izlesinler mesleğini yaparken doktorlarını. "Prens" bile diyebilirler, yani o kadar diorum daha ne diyim?
LabeLs:
bedel ödemek,
çok sevmek,
doktor kişi,
hayat,
korkmak,
mutlu aşık nln,
özlemek,
zor durumlar
Wednesday, April 30, 2008
Tuesday, April 29, 2008
shame on me
Hayat iddiasını yitirdi. Bu sezonda renkler daha basit, kesimler daha yuvarlak ve tasarımcı aksesuarlara yer vermemiş. Kulunuz umut etmiyor artık çünkü ne güzel bir sürpriz çıkabilir karşısına, ne de gökten zembille güzel bir şey inebilir tepesine. Deep-freeze e koydu o hayatını ama üşümeyi de hiç sevmez ki. Eğer çıkaracaksanız çıkarır çıkarmaz harlı ateşte çözdürün de bari suyu içinde kalsın, dışı çıtır çıtır kızarsın.
"Konuşana değil konuşturana bakın" derler ya. Ben ise bülbülü bile lâl edebilirim..
"Konuşana değil konuşturana bakın" derler ya. Ben ise bülbülü bile lâl edebilirim..
Wednesday, April 23, 2008
zamanı tartma bilgisi
biraz önce telefona gelen bi mesajla bi çok şeyi çorap söküğü gibi hatırladım. üzerimdeki bu ölü toprağının sebebini bulur gibi oldum. içim, içime sıkıldı ve sevdiğim adamın içinden taşanlara.
hayat koskoca bir koşturmaca anlamsızlığına dönüşür yirmili yaşarın bir döneminde, birdenbire. eskiden olsa çok kolay kırabileceğinizi düşündüğünüz bir çarkın içindesinizdir ve zaman yiyip para kusan bu çark artık yaşamınız olur.
bir sürü tanımadığım surat günün belirli saatlerinde gözümün önünde, bir ikincisini belki hiç duymayacağım ses kulağımda, hayatıma dahil olması ihtimal dahilinde olmayan insanlar mesai denilen şey yüzünden hayatımın göbeğinde! tanrım çılgınlık bu! değilim ben, bu dönüştüğüm mekanik yaratık ben değilim! önceden yaptığım her şeyi, önceden olduğum her halimi özlüyorum. miskinlik yapmayı, gece deli gibi eğlenip sabahını düşünmemeyi, sadece benim olan insanlarla yaşamayı, mutlu rahat kitap okumayı, sevgilimle tatil çakıştırmaya çalışmadan saatlerce birlikte yaşamayı, evde kahvaltı etmeyi, sabahları giyinmeden pjamalarla televizyonun önünde gazete okumayı, sorum(luluk)suz olmayı istiyorum! demiştim. en çok kendimi özlemiştim yani.
şimdi kendimleyim, birsürü boş saatim, sabahına kalkmak zorunda olmadığım gecelerim var. sevgilim var, arkadaşlarım, bir kütüphane dolusu kitap... ama sanıldığı kadar tatlı değil uzadıkça uzayan bir zamanı dilediğince yemek. iki araya bi dereye sıkıştırılmadıkça tadı öyle sası ve öyle aynı ki. çünkü öznelilen şey tüm bu somut yapılabilecekler listesi değil; çocukluktaki ya da ilk gençlikteki zamanı tartma bilgisine sahip olunumayan yılları özlüyormuş insan. o zamanki beni, sorum(n)suz beni! hem de deli gibi.
Ve sonra farkediyorsun bu yaşlar bir milad, geriye dönüşümsüz bir tepkime. çarkın içinde de olsan, dışında da özlediğin şey bil ki ulaşamayacağın kadar soyut. bazı geceler bütün düzenini gaz döküp kibritle yıkasın gelebilir. ama özlediğin kendinle, bulduğun kedin arasındaki fark delirtici olacaktır. hoş değil..
işte bu aşamada insanlar daha da garip davranışlara yöneliyorlar. en az karıncaların ya da arıların doğadaki hareketleri kadar sofistike ve anlaşılmaz bir şekilde daha da sorumluluk alıyorlar üzerlerine. ister kadın ister erkek olsun çılgınlıklarını özlerlerken; aksine sakin sessiz roller buluyorlar kendilerine ve içinde koşturacakları bir kaç koca çark daha. hoş tabii..
bu karmaşıklığı da sen bana açıkla. bekliyorum.. zamanım çok..
hayat koskoca bir koşturmaca anlamsızlığına dönüşür yirmili yaşarın bir döneminde, birdenbire. eskiden olsa çok kolay kırabileceğinizi düşündüğünüz bir çarkın içindesinizdir ve zaman yiyip para kusan bu çark artık yaşamınız olur.
bir sürü tanımadığım surat günün belirli saatlerinde gözümün önünde, bir ikincisini belki hiç duymayacağım ses kulağımda, hayatıma dahil olması ihtimal dahilinde olmayan insanlar mesai denilen şey yüzünden hayatımın göbeğinde! tanrım çılgınlık bu! değilim ben, bu dönüştüğüm mekanik yaratık ben değilim! önceden yaptığım her şeyi, önceden olduğum her halimi özlüyorum. miskinlik yapmayı, gece deli gibi eğlenip sabahını düşünmemeyi, sadece benim olan insanlarla yaşamayı, mutlu rahat kitap okumayı, sevgilimle tatil çakıştırmaya çalışmadan saatlerce birlikte yaşamayı, evde kahvaltı etmeyi, sabahları giyinmeden pjamalarla televizyonun önünde gazete okumayı, sorum(luluk)suz olmayı istiyorum! demiştim. en çok kendimi özlemiştim yani.
şimdi kendimleyim, birsürü boş saatim, sabahına kalkmak zorunda olmadığım gecelerim var. sevgilim var, arkadaşlarım, bir kütüphane dolusu kitap... ama sanıldığı kadar tatlı değil uzadıkça uzayan bir zamanı dilediğince yemek. iki araya bi dereye sıkıştırılmadıkça tadı öyle sası ve öyle aynı ki. çünkü öznelilen şey tüm bu somut yapılabilecekler listesi değil; çocukluktaki ya da ilk gençlikteki zamanı tartma bilgisine sahip olunumayan yılları özlüyormuş insan. o zamanki beni, sorum(n)suz beni! hem de deli gibi.
Ve sonra farkediyorsun bu yaşlar bir milad, geriye dönüşümsüz bir tepkime. çarkın içinde de olsan, dışında da özlediğin şey bil ki ulaşamayacağın kadar soyut. bazı geceler bütün düzenini gaz döküp kibritle yıkasın gelebilir. ama özlediğin kendinle, bulduğun kedin arasındaki fark delirtici olacaktır. hoş değil..
işte bu aşamada insanlar daha da garip davranışlara yöneliyorlar. en az karıncaların ya da arıların doğadaki hareketleri kadar sofistike ve anlaşılmaz bir şekilde daha da sorumluluk alıyorlar üzerlerine. ister kadın ister erkek olsun çılgınlıklarını özlerlerken; aksine sakin sessiz roller buluyorlar kendilerine ve içinde koşturacakları bir kaç koca çark daha. hoş tabii..
bu karmaşıklığı da sen bana açıkla. bekliyorum.. zamanım çok..
Sunday, April 20, 2008
fehva
yeni doğan çocuklar için herkes iyi dileklerde bulunduğunu göstermek için "adıyla yaşasın" der. nasıl bir kader atamaktır bu özellikle benimki gibi isimlerde allaaşkına!? doğu'nun her biri için "anlamı ne?" diye sorulabilecek isimlerinin insan üzerindeki hükümranlığına ve gücüne burçlardan daha çok inanıyorum. inanıyorum inanmasına da! kendi ismimin ağlayan, inleyen, figan eden olduğunu düşündükçe içim ürperiyor.
daha çok yazmak, uzattıkça uzatmak istiyordum ama tıkandı kelimelerim. bu bağlamda bitiş cümlesi için
-güldür beni, handan eyle
demekten başka bir şey bulamıyorum.
daha çok yazmak, uzattıkça uzatmak istiyordum ama tıkandı kelimelerim. bu bağlamda bitiş cümlesi için
-güldür beni, handan eyle
demekten başka bir şey bulamıyorum.
: figân eden
ey çerh-i sitemger dil-i nâlâna dokunma
hicr âlemidir ettiğim efgâne dokunma
ey tiğ-i elem yâreledin cismimi bâri
cânânıma nezreylediğim cânâ dokunma
hicr âlemidir ettiğim efgâne dokunma
ey tiğ-i elem yâreledin cismimi bâri
cânânıma nezreylediğim cânâ dokunma
Tuesday, April 15, 2008
Friday, April 11, 2008
senipamuklarasarmalarsararım
ruh'un ve ruh'um uslanmaz koskoca bir mikser, huzur arayan yanlarımız huzuru bulup kıvrılıp yattığında sıcacık yatağına, lambadan bir cin çıkıyor ve her nedense üç istekten ilki hep en yapılmaması gereken oluyor. kan ter içinde, uykusuz gecelerce ve bin türlü bahtsızlıkla geçen onca senelerce kurduğumuz lego kenti ellerimizle söküyoruz, çekiçlerimizle kırıyoruz!
nayırr! nayır!
bu sefer nolamaz böyle bir şey!
parmaklarımla dağıtıyorum kara bulutları. kazandaki her bir cadıya kıskandırıcı ve yakıcı bi bakış fırlatıyorum. şöyle podyumdaymış gibi yürüyüveriyorum -yaz güneşiyle parıldamış sokaklarda, elini yerleştirip bel çukuruma- seninle.
nayırr! nayır!
bu sefer nolamaz böyle bir şey!
parmaklarımla dağıtıyorum kara bulutları. kazandaki her bir cadıya kıskandırıcı ve yakıcı bi bakış fırlatıyorum. şöyle podyumdaymış gibi yürüyüveriyorum -yaz güneşiyle parıldamış sokaklarda, elini yerleştirip bel çukuruma- seninle.
Tuesday, April 8, 2008
Elma
İnsan
dans ederken ağlayabilir mi? Gözüne
bakıla bakıla
bu kadar rahat
aldatılabilir mi? Yakarmak
neye yarar ki?
Saturday, March 22, 2008
kırmızı ruganlar, anne ve ben
bazen beynimin benden bağımsız çalıştığını düşünüyorum. hani insanın kafasına durdukyerde alakasız bir şarkı takılır da ağzı söylemese de plak gibi döner durur ya nakarat içerlerde bi yerlerde, öyle işte. kendime hesap soruyorum sanırım ya da hesabını vermeye çalışıyorum kendime yaşattıklarımın. bi cümle takılıyor beynime televizyon izlerken, duştayken hatta okurken konuşuyor da konuşuyor sürekli. duruyor ve izliyor olmaktan nefret ediyorum. asla hayattan alacaklarım konusunda hırslı bir insan olmadım ama kendime yediremiyorum işte insanın en verimli olduğu yaşlarda böylesine umarsızca bekliyor olmasını. ben paslanıyorum durduğum oturduğum yerde. fazla uykudan nefret ederken uyur oldum sürekli. her şeyden alınıyorum. kocaman kapşonlu bi sweatshirtle dolaşasım, çalan telefonları açmayasım ve yanında rahat olmadığım kimsenin yanı olmayasım var.
ve annem, en buyuk yargı organım, sürekli soruyor sürekli sorguluyor biricik kızının yaşantısını. korkuyor, kaygılar büyütüyor karnında ve korkutuyor beni de. ben ne yaptım, nerede yanlış yaptım bilmemezlikten gelsem de artık onu inandıramıyorum geleceğime, ilişkilerime ya da karalılığıma. hayatımın bütün yaşlarının ve yaşadığım bu evin en büyük ortağısın sen, benim bir bük boy matruşkam, o yüzden her çaresiz kızgınlığımda yaptığım gibi kılıçlarımı kuşanmayacağım bu sefer. ikimiz de benden ve bi gün var olcak geleceğimden bu kadar ümitsizsek vardır bir bildiğimiz belki de.
tam bir üstteki satırı yazarken ayakkabılarıma takılıyor gözüm. uzuun süre önce ayağımda paralanmış, şimdi kütüphanemde arz-ı endam eden, 23 yaşındaki kırmızı parlak ruganlar. hadi gel de şimdi yeniden, sıkı sıkı toplanmış saçları eteği ve içine giydiği beyaz kalın klotlu çorabıyla ortalarda dolanan; en büyük derdi annesiyle çıktığı gezmelerde otobüse değil de taksiye binmek olan; sinirlenince yürüdüğü kaldırıma mıhlanmış gibi pat diye durup, kaşlarını çatıp, özgürce bir miktar da bağırırıp, feriştahı gelse bir yere kıpırdatılamayan bir kız çocuğu olmak isteme.
save me..


ve annem, en buyuk yargı organım, sürekli soruyor sürekli sorguluyor biricik kızının yaşantısını. korkuyor, kaygılar büyütüyor karnında ve korkutuyor beni de. ben ne yaptım, nerede yanlış yaptım bilmemezlikten gelsem de artık onu inandıramıyorum geleceğime, ilişkilerime ya da karalılığıma. hayatımın bütün yaşlarının ve yaşadığım bu evin en büyük ortağısın sen, benim bir bük boy matruşkam, o yüzden her çaresiz kızgınlığımda yaptığım gibi kılıçlarımı kuşanmayacağım bu sefer. ikimiz de benden ve bi gün var olcak geleceğimden bu kadar ümitsizsek vardır bir bildiğimiz belki de.
tam bir üstteki satırı yazarken ayakkabılarıma takılıyor gözüm. uzuun süre önce ayağımda paralanmış, şimdi kütüphanemde arz-ı endam eden, 23 yaşındaki kırmızı parlak ruganlar. hadi gel de şimdi yeniden, sıkı sıkı toplanmış saçları eteği ve içine giydiği beyaz kalın klotlu çorabıyla ortalarda dolanan; en büyük derdi annesiyle çıktığı gezmelerde otobüse değil de taksiye binmek olan; sinirlenince yürüdüğü kaldırıma mıhlanmış gibi pat diye durup, kaşlarını çatıp, özgürce bir miktar da bağırırıp, feriştahı gelse bir yere kıpırdatılamayan bir kız çocuğu olmak isteme.
save me..


Friday, March 14, 2008
fasül...
şimdi eve geldim, daha şimdi yanından ayrıldım ve gülümsüyorum. herkes ne bulur onda neye mıknatıslanır bilmiyorum ama ben sadece dünyadaki en çocuk adama aşığım. onu o minderin üstünde gördüğüm; sadece "bir isim" olduğu; varını, yoğunu, ne yapıp, ne ettiğini bilmediğim günden beri seviyorum. bensiz günlerinde bana hep "yaşlandım ben" dese de, saçındaki beyazları aksatmadan sayıp dursa da yanımdayken öyle genç ki, hiç yaşlanmayacak biliyorum.
onun bendeki aksiyle ilgili anlatacak çok şey var belki ama mutlu anların kaydını alabilmek mutsuz ve huzursuz olanlarınkinden daha zor. tuşlar ve parmaklarım salak salak birbirine bakıyor. en iyisi 365'de 5 gibi bir sayıyı göz göre göre ekran karşısında geçirmeyip mutlu, huzurlu uyumak..
iyi geceler..
onun bendeki aksiyle ilgili anlatacak çok şey var belki ama mutlu anların kaydını alabilmek mutsuz ve huzursuz olanlarınkinden daha zor. tuşlar ve parmaklarım salak salak birbirine bakıyor. en iyisi 365'de 5 gibi bir sayıyı göz göre göre ekran karşısında geçirmeyip mutlu, huzurlu uyumak..
iyi geceler..
Tuesday, March 11, 2008
korku
böylesi her olağan durumun sonu ya aldatış ya vazgeçiş ya da ölüm. sırf bunları yaşamaktan korktuğu için insan kaçabilir mi hikayenin sonunu beklemeden; ya da sonun bunlardan biri olacağını adı gibi bilse de kim kaçabilmiş kendi hikayesinden?
canım acıyacak biliyorum. çok acıyacak hem de. ama ödleklik yapamayacak kadar mutlu ve ödeyeceği bedelin büyüklüğünü şu an hissedemeyecek kadar aşığım. aldanan, vazgeçilen ya da uzun yaşayan olmak istemiyorum ama istemekle ya da farkında olmakla hayatın riski azalıyo mu bilemiyorum.
güzel şeyleri kendini bırakarak, hesap kitap yapmayarak yaşayanlar en büyük kaybedenler oluyor, olmasına da. n'aapmalı peki?
yaş fındık çıksa da avuç avuç yesek bari..
canım acıyacak biliyorum. çok acıyacak hem de. ama ödleklik yapamayacak kadar mutlu ve ödeyeceği bedelin büyüklüğünü şu an hissedemeyecek kadar aşığım. aldanan, vazgeçilen ya da uzun yaşayan olmak istemiyorum ama istemekle ya da farkında olmakla hayatın riski azalıyo mu bilemiyorum.
güzel şeyleri kendini bırakarak, hesap kitap yapmayarak yaşayanlar en büyük kaybedenler oluyor, olmasına da. n'aapmalı peki?
yaş fındık çıksa da avuç avuç yesek bari..
LabeLs:
ayrılamamak,
bedel ödemek,
çok sevmek,
gelecek,
korkmak,
mutlu aşık nln,
zor durumlar
Monday, March 10, 2008
"dur" demiş miydim?
birlikte kahkahalarla, ağzından çıkan sesleri tartmadan, başka bir şey düşünmeden gülebildiğin biri; daha sonra mutlaka arkasından salya sümük ağladığın, tanışılan günü takvimden aldırtmaya çalıştığın insanla aynı kişi oluyor bir süre sonra. ne berbat bi durum! tamam her güzel şeyin sonunun daha da güzel bir şey olduğu yer "dünya"değil onu biliyorum artık ama böylesine muhteşem olan nasıl bir anda yok olup yıkılabilir anlamak istemiyor bin yanım.
sağıma soluma bakıyorum ya da televizyonu açıp haberlere veya mecburiyetten karşılaştığın yan komşunun gözlerine: her şey gri. mutlu değil kimse ve olabilirler mi, sanmıyorum! yalnız herkes, kimsesiz. paylaşabilirler mi kendilerini bunca yaşanmışlıktan sonra, sanmıyorum! her şey niye bu kadar çılgınca tüketiliyor bu sevgi, seks ve ilgi arsızı robot insanlar tarafından. kimse kimseyi delice sevmemiş gibi, herkes birkaç tarihi kendi kişisel takviminden başarılı bir operasyonla aldırmış sırça köşklerinde, bakışlarını daha da koyulaştırıyor sanki.
canım sıkılıyor bir an, mutfağa girip yemekler yapıyorum, kokluyorum. hiç bir yemek senin kadar iştah açıcı ve keskin kokmuyor, inanılmaz bir şey. gülüyorum. çok seviyorum. sevebilmeyi seviyorum. seviliyo olmayı seviyorum. bu berbat dünyada sürmeli sürmeli bana baktığında içimi ısıtan iki tane taşım var ve iki avcumda sıkıca tutup bırakmamak istiyorum.
elim, kolum bağlansın bundan sonra yanından kaçmaya çalışırken.
o yılan dilin lal olsun ayrılık lafları sarfedecekken.
düşüneme, hatırlayama, bileme, bulama beynin gitmeyi düşünecekken.
dur yine..
sağıma soluma bakıyorum ya da televizyonu açıp haberlere veya mecburiyetten karşılaştığın yan komşunun gözlerine: her şey gri. mutlu değil kimse ve olabilirler mi, sanmıyorum! yalnız herkes, kimsesiz. paylaşabilirler mi kendilerini bunca yaşanmışlıktan sonra, sanmıyorum! her şey niye bu kadar çılgınca tüketiliyor bu sevgi, seks ve ilgi arsızı robot insanlar tarafından. kimse kimseyi delice sevmemiş gibi, herkes birkaç tarihi kendi kişisel takviminden başarılı bir operasyonla aldırmış sırça köşklerinde, bakışlarını daha da koyulaştırıyor sanki.
canım sıkılıyor bir an, mutfağa girip yemekler yapıyorum, kokluyorum. hiç bir yemek senin kadar iştah açıcı ve keskin kokmuyor, inanılmaz bir şey. gülüyorum. çok seviyorum. sevebilmeyi seviyorum. seviliyo olmayı seviyorum. bu berbat dünyada sürmeli sürmeli bana baktığında içimi ısıtan iki tane taşım var ve iki avcumda sıkıca tutup bırakmamak istiyorum.
elim, kolum bağlansın bundan sonra yanından kaçmaya çalışırken.
o yılan dilin lal olsun ayrılık lafları sarfedecekken.
düşüneme, hatırlayama, bileme, bulama beynin gitmeyi düşünecekken.
dur yine..
Thursday, March 6, 2008
dur..
dur.. dur.. dur.. dur bebeğim dur.. çünkü beraber gidebileceğimiz bizim olan bi yer yok.
öyle yalnızım ki sensiz.
dudağımda hala tadın varken, yalnız odamda, binlerce düşünce baloncuğu olsa da kafamda, burdan U dönüp uzaklaştığın her kilometre yol boğazımda düğümleniyor sanki, kalakalıyorum ve yazamıyorum bile.
dur..
öyle yalnızım ki sensiz.
dudağımda hala tadın varken, yalnız odamda, binlerce düşünce baloncuğu olsa da kafamda, burdan U dönüp uzaklaştığın her kilometre yol boğazımda düğümleniyor sanki, kalakalıyorum ve yazamıyorum bile.
dur..
Wednesday, February 27, 2008
her şeyi al..
Tabii daha sonra arabanın radyosundan bir şarkı fırlıyor insanın savunmasız kulağına doğru ve sabahki neşesinden bir parça bile bırakmıyor zavallı suratında. Hayat denen şey mi böyle yoksa sadece benimkisi mi bilmiyorum ama yoruyor canımı. Bi öyle; bi böyle.
Azıcık sıksanız kalır zaten bu can elinizde daha ne verip almadınız ki kendisinden vurup duruyorsunuz yerlere.
Ben sadece sevmek istedim, hesapsız, kitapsız; taşsız, sopasız. Yanlış yaptım bir yerlerde. Ya en başında ya da ortalara doğru ama nerde?! Bir kişi olacaktı benim için, sen olacaktın. Evime girip günün dedikodikodularını anlatacaktım, yorgunluğumuzu birbirimize top gibi atıp yuvarlayıp saç diplerimizde azaltacaktık, gözgöze bakıp çıldırırken bir an hipnotize olmuş gibi uyuyacaktık sehpanın altında, rezervuar bazen delirmelerimizle dolacak taşacak ve ben uykulu gözlerle çıplak ayağımı sürüye sürüye gidip sifonu çekecektim boşluğa, hem çok fazla ses çıkaran buzdolabının fişini çeker içinde domates yetiştiridik belki, bahçede de buğday başakları olurdu buyumuz kadar kurabiyler için özel olarak ellerimizle büyüttüğümüz.
Benim masalım buydu...
Gerçekçi gelmedi hayalleri ve kimsenin masalı almadı içine çaldığında kapıyı CırCır böceğini. Bütün yaz şarkı söyleyip öttüğü içinse cezası donarak ölmek oldu. Yazık oldu..
...............
Azıcık sıksanız kalır zaten bu can elinizde daha ne verip almadınız ki kendisinden vurup duruyorsunuz yerlere.
Ben sadece sevmek istedim, hesapsız, kitapsız; taşsız, sopasız. Yanlış yaptım bir yerlerde. Ya en başında ya da ortalara doğru ama nerde?! Bir kişi olacaktı benim için, sen olacaktın. Evime girip günün dedikodikodularını anlatacaktım, yorgunluğumuzu birbirimize top gibi atıp yuvarlayıp saç diplerimizde azaltacaktık, gözgöze bakıp çıldırırken bir an hipnotize olmuş gibi uyuyacaktık sehpanın altında, rezervuar bazen delirmelerimizle dolacak taşacak ve ben uykulu gözlerle çıplak ayağımı sürüye sürüye gidip sifonu çekecektim boşluğa, hem çok fazla ses çıkaran buzdolabının fişini çeker içinde domates yetiştiridik belki, bahçede de buğday başakları olurdu buyumuz kadar kurabiyler için özel olarak ellerimizle büyüttüğümüz.
Benim masalım buydu...
Gerçekçi gelmedi hayalleri ve kimsenin masalı almadı içine çaldığında kapıyı CırCır böceğini. Bütün yaz şarkı söyleyip öttüğü içinse cezası donarak ölmek oldu. Yazık oldu..
...............
bye byee bye byee
Herkesin bir "i will survive" şarkısı vardır çekmecesinde böyle durumlar için. Benimkisi cinsiyet açısından biraz kadar karışık durumlar arzetse de Lenny Kravitz'in böğüren sesinden American Woman. Bayılıyorum sözün bittiği yerde on beş sayfalık bir yazı yerine üç dakikalık bir şarkının insanoğlunun imdadına yetişmesine. Sabırsız ve arsız ruhuma armağan ediyorum bu eğlenceli bağırtıyı o zaman.
"don't come hanging around my door
i don't want to see your face no mo..."
"don't come hanging around my door
i don't want to see your face no mo..."
Monday, February 25, 2008
özlemeyi bile isteyememek
çok uzun zamandan beri ilk defa, bu kadar uzun bir hatta, otobüse bindim. cam kenarına oturdum ve ankarayı izledim. ne kadar da özlemişim pencereden 60 km/h hızla akan şehri izlemeyi, yanımdaki yakınımdakilere yabancı olmayı, damdan kapıdan bir sürü şeyi düşünmeyi.
düşündüm... düşündükçe korktum...
eskiye dönmek istemediğimi farkettim iliklerime kadar. bu şehrin hiç de sempatik olmayan duraklarını, sokaklarını sırf hayatıma bi yerlerden bulaştığı için özlediğim gibi canımı acıtmış tüm çirkinlikleri de bir kaç güzel hatıra uğruna özlemekten korktum. pencereden bakıp kendime tekrar ettim tüm mide bulandıran ayrıntıları teker teker.
güvenmediğim, hep kandırıldığımı hissettiğim daha sonra her şeyi bilsem de alışkanlıktan kendi rızamla kanmaya devam ettiğim bir oyunun en iyi yardımcı kadın oyuncusuydum, yeniden olmaktan korktum.
böyle iyidir ey sevgili "beyn"im, kendinize oyunlar oynamayınız durunuz durduğunuz yerde, kafa tasımın içerisinde. bakınız bahar geliyor, güneşiyle yeşiliyle. biliyoruum.. biliyorumm.. daha bitmedi kara şubat ama önümüz mis gibi bir bahar. ben her bahar aşık olurum diyemesem de aşık olmuş kadar olurum hem. mutlu edeceğim sizi de, bedenimi de. bir kez olsun sakinleşin ve güvenin sahibinize..
düşündüm... düşündükçe korktum...
eskiye dönmek istemediğimi farkettim iliklerime kadar. bu şehrin hiç de sempatik olmayan duraklarını, sokaklarını sırf hayatıma bi yerlerden bulaştığı için özlediğim gibi canımı acıtmış tüm çirkinlikleri de bir kaç güzel hatıra uğruna özlemekten korktum. pencereden bakıp kendime tekrar ettim tüm mide bulandıran ayrıntıları teker teker.
güvenmediğim, hep kandırıldığımı hissettiğim daha sonra her şeyi bilsem de alışkanlıktan kendi rızamla kanmaya devam ettiğim bir oyunun en iyi yardımcı kadın oyuncusuydum, yeniden olmaktan korktum.
böyle iyidir ey sevgili "beyn"im, kendinize oyunlar oynamayınız durunuz durduğunuz yerde, kafa tasımın içerisinde. bakınız bahar geliyor, güneşiyle yeşiliyle. biliyoruum.. biliyorumm.. daha bitmedi kara şubat ama önümüz mis gibi bir bahar. ben her bahar aşık olurum diyemesem de aşık olmuş kadar olurum hem. mutlu edeceğim sizi de, bedenimi de. bir kez olsun sakinleşin ve güvenin sahibinize..

Friday, February 22, 2008
şubTematmuZ
türkiye karışık; ben ondan karışık. ama böyle bi ülkede geleceğim nasıl şekillenecek acaba? diye düşünecek kadar iyimserim demek ki hala.
buraya da bütün bu yazıları sadece şu an içinde olduğum büyük boşluktan dolayı yazıyorum aslında. anlatmaya çalışmak, kelimelerle oynamak, cümleler yaratmak bence en büyük emek harcanması gereken işlerden. küçümsenmeye gelmeyecek kadar özel, saçma amaçlara hizmet etmeyecek kadar mağrur. okumayan, büyük yazarların büyük karakterlerinden hiçbirini tanımayan nasıl da oturup felsefe ve edebiyat "parçalayabilir" hiç bilmiyorum onu da!
benim yazdıklarımsa bu anlamda yazılabileceklerin binde birine yaklaşamaz bile. yani bildikçe, daha ne çok şeyi bilmediğini bilir oluyor insan.
ben yani şahsım bazen rahatlamak bazen tarihleri ve isimleri hatırlamak için çizip karalıyorum işte.
bu tarih de bu aptal internet alemine şöyle kaydolsun:
beş sene önce olmayan bir şey, birden bire şimdi oldurulabilir mi?
-zor.
denenmeye değer mi?
-neler neler değmedi ki?
e ee o zaman?
-zor işte! bildiğim tek şey bu: zor!
buraya da bütün bu yazıları sadece şu an içinde olduğum büyük boşluktan dolayı yazıyorum aslında. anlatmaya çalışmak, kelimelerle oynamak, cümleler yaratmak bence en büyük emek harcanması gereken işlerden. küçümsenmeye gelmeyecek kadar özel, saçma amaçlara hizmet etmeyecek kadar mağrur. okumayan, büyük yazarların büyük karakterlerinden hiçbirini tanımayan nasıl da oturup felsefe ve edebiyat "parçalayabilir" hiç bilmiyorum onu da!
benim yazdıklarımsa bu anlamda yazılabileceklerin binde birine yaklaşamaz bile. yani bildikçe, daha ne çok şeyi bilmediğini bilir oluyor insan.
ben yani şahsım bazen rahatlamak bazen tarihleri ve isimleri hatırlamak için çizip karalıyorum işte.
bu tarih de bu aptal internet alemine şöyle kaydolsun:
beş sene önce olmayan bir şey, birden bire şimdi oldurulabilir mi?
-zor.
denenmeye değer mi?
-neler neler değmedi ki?
e ee o zaman?
-zor işte! bildiğim tek şey bu: zor!
Wednesday, February 20, 2008
ben gerçekten gittim..
bunca olup bitenden bihaber herkes. sandıkları ve inandıkları şeye gömüşler kafalarını ve istesem de gösteremem ben zaten herhangi birine diğer tarafını. bilmiyosunuz o adamın ne menem bir rezaletten ibaret olduğunu! ve onca olandan sonra nasıl bir cüret ve nasıl bir erdemsizlikle lafı ordan buradan uzattıktan sonra karşıma geçip sen buranın yedeğisin haberin olsun diyip aptal bir sevgiyle kucaklayabildiğini beni?
kimsin sen? kimimsin? yanında taktıdığım sosyal maske mi seni böylesine yüreklenmekten alıkoymayan yoksa saygım, sessizliğim mi? kendimden tiksiniyorum artık, saygım kalmadı ne geçmişime ne oluşacak geleceğime. kurduğum, kurmaya çalıştığım her yeni düzenden apar topar ama ağlayarak, yanarak kaçmamı sağlayan tek şey olan bu egosu sendromlu aptal insanlar hep olcak mı? onca zorlukla, dişle, tırnakla, kanla inşaa edilmiş olan; sırf yaşanan çirkeflikler de altında kalsın diye temeline yerleştirilmiş bi dinamitle böyle yıkılacak mı her seferinde? kolay mı?
geri dönmeyeceğim. her hafta elime harçlık sayılıyo olması ne kadar gücüme gitse de geri dönmeyeceğim. aptal bir oluşumun salak bir yedeği değilim, olmayacağım.
çok klişe, çok çiğ bir laf belki ama sevmiyorum erkek insanı artık. çıplak yaralar gibi batıyor evrimleşmemiş yanları gözüme, geçer biliyorum ama midem bulanıyor bu sıralar. şu an hayatımda olmaması böyle bir insan öncesi varlığın tam isabet aslında. dayanamazdım çünkü değme tiyatroculara taş çıkaracak şekilde rol yapmaya karşılarında: bilmiyomuş gibi davranmaya, gönüllü aldanmaya, gizin kapakların arkasındaki merak etmiyormuşçasına yaşamaya çalışmaya!
her şeyden gittim ben bu ara. bilerek ve isteyerek gittim. tüm iyi yanları benim, ölene kadar benim, kimse alamaz elimden yaşadığım mutlu manyaklıkları ama olmayan tüm şey o mutlulukları hala ayırt edebilen çocuk beynimi de bulandırmadan, katranla sıvamadan önce gittim ben hepsinden.
kimsin sen? kimimsin? yanında taktıdığım sosyal maske mi seni böylesine yüreklenmekten alıkoymayan yoksa saygım, sessizliğim mi? kendimden tiksiniyorum artık, saygım kalmadı ne geçmişime ne oluşacak geleceğime. kurduğum, kurmaya çalıştığım her yeni düzenden apar topar ama ağlayarak, yanarak kaçmamı sağlayan tek şey olan bu egosu sendromlu aptal insanlar hep olcak mı? onca zorlukla, dişle, tırnakla, kanla inşaa edilmiş olan; sırf yaşanan çirkeflikler de altında kalsın diye temeline yerleştirilmiş bi dinamitle böyle yıkılacak mı her seferinde? kolay mı?
geri dönmeyeceğim. her hafta elime harçlık sayılıyo olması ne kadar gücüme gitse de geri dönmeyeceğim. aptal bir oluşumun salak bir yedeği değilim, olmayacağım.
çok klişe, çok çiğ bir laf belki ama sevmiyorum erkek insanı artık. çıplak yaralar gibi batıyor evrimleşmemiş yanları gözüme, geçer biliyorum ama midem bulanıyor bu sıralar. şu an hayatımda olmaması böyle bir insan öncesi varlığın tam isabet aslında. dayanamazdım çünkü değme tiyatroculara taş çıkaracak şekilde rol yapmaya karşılarında: bilmiyomuş gibi davranmaya, gönüllü aldanmaya, gizin kapakların arkasındaki merak etmiyormuşçasına yaşamaya çalışmaya!
her şeyden gittim ben bu ara. bilerek ve isteyerek gittim. tüm iyi yanları benim, ölene kadar benim, kimse alamaz elimden yaşadığım mutlu manyaklıkları ama olmayan tüm şey o mutlulukları hala ayırt edebilen çocuk beynimi de bulandırmadan, katranla sıvamadan önce gittim ben hepsinden.
Monday, February 18, 2008
ünzile
bundan dört sene önce güzel arkadaşımı o deliğin içine koyarlarken nefret etmiştim topraktan, gökten, edilen tüm dualardan. sadece sabit bir şekilde öylece durduğumu ve kanlanmış gözlerimle kendimi bi şeylere ikna etmeye çalıştığımı hatırlıyorum: ölen beden bu kadar genç ve minicik olmadıkça üzülmeyecektim hiç bir gidişe. yılllardır yapmadığım şeyi yapıyorum Nilay'ı yazıyorum ve aslında yazamıyorum. her şeyle ilgili kelimeleri yanyana getirmek çok kolayken Nilay için bu kadar zor. çünkü sıfatlar karıştı, oyun bozuldu; herkesten daha çok hayat olan biri doğduğundan sadece 21 sene sonra ölüm oldu. aslında olamadı. ondan zor yazmak. insan neden bahsedeceğini bilmiyor bir türlü. artık ilk günkü gibi kızamıyor, bağıramıyor ve lanetler de okuyamıyor. bunları artık yapamadığı gibi özlenen'e kavuşamayacağını bilen beyni de zaman ile oynayarak uyuşturuyor özlemini.
aysel gürel ölmüş dedi annem dün salondan koridora doğru. üzülmedim, üzülmek nasıl bi şey bilirim ama boğazım düğüm düğüm oldu, ilk defa televizyondan hayatıma girmiş birinin ölüm haberine sızladı içim. ünzile insan dölü diye başlayan ve her duyduğumda elimi kolumu nereye koyacağımı bilmediğim o şarkının yazarının gidişineydi üzüntüm sanırım.
ve ben bu hislerle başlayan bi hafta nasıl biter bilmiyorum.
ünzile insan dölü, bilinmezlere gebe
sırların mihnetini yükleyip de beline
varmadan sekizine....
aysel gürel ölmüş dedi annem dün salondan koridora doğru. üzülmedim, üzülmek nasıl bi şey bilirim ama boğazım düğüm düğüm oldu, ilk defa televizyondan hayatıma girmiş birinin ölüm haberine sızladı içim. ünzile insan dölü diye başlayan ve her duyduğumda elimi kolumu nereye koyacağımı bilmediğim o şarkının yazarının gidişineydi üzüntüm sanırım.
ve ben bu hislerle başlayan bi hafta nasıl biter bilmiyorum.
ünzile insan dölü, bilinmezlere gebe
sırların mihnetini yükleyip de beline
varmadan sekizine....
Sunday, February 17, 2008
seyretmek
Miskin, her zamanki gibi karanlık ve her zamankinden farklı olarak bol karlı bir pazar günü ve ailemin şaşmaz değişmez en büyük ritüeli "pazar gazeteleri"... Bu bloga yazacağım ilk postun bu gazetelerin içinden ve Ertuğrul Özkök'ün köşesinden olacağı benim de aklıma pek gelmezdi ama rastlantı tanrısı insanı karşısına ne getiriyorsa o yaşanıyor, biliyorum ve bunu pek de sorgulamıyorum artık. Aslında güzel olan şu: bu garip dünyada yıllardır abartmadan, eksiltmeden, boğmadan, boğuşmadan sevdiğin ve ölmediği sürece gitmeyeceğinden emin olduğun bir insanın gözlerinin de bu gün bir süre aynı yazıda takılı kalmış olması.
yazı da şöyle...
HER ERKEK O BEDELİ ÖDEYECEK
Hangi erkek, hayatının bir gününde, bir anında bunu yaşamamıştır.
Aynanın önünde çırılçıplak, saçlarını arkaya toplayan kadın.
Simone de Beauvoir. Efsane Sartre’ın efsane kadını.
Ve hangi kadın, bir erkeğin ve bir aynanın önünde saçlarını arkadan toplamamıştır.
Önce mi, sonra mı? Yattıktan sonra mı, yoksa kalktıktan sonra mı? Gece yarısı mı, yoksa sabah mı? Ne önemi var.
Hangi kadın aynanın önünde saçlarını toplarken, ona áşık bir erkeğin hayran gözlerini, gövdesinin her santimetrekaresinde hissetmemiştir?
Ve hangi erkek, kadınına o hayran bakışları esirgemiş, o gövde karşısında kaybetme korkusunu yaşamamıştır?
* * *
Nouvel Observateur Dergisi, Simone de Beauvoir’in o muhteşem fotoğrafını yayınladı ve hepimizin şahsi tarih kitapları yeniden açıldı. Şu sayfada onu, bu sayfada yine onu gördük. Hatırladık.
Ama hepimiz, kendi kendimize şu soruyu sorduk. O fotoğrafta güzel, hatta güzelden de öte, harikulade olan şey nedir? Simone de Beauvoir’in gövdesi mi? Bir estet gözüyle bakarsanız, o gövdenin her tarafında defolar bulabilirsiniz. Kadınsanız, kiminiz kendinizden daha güzel, kiminiz daha az güzel bulabilirsiniz. Erkekseniz, kiminiz onu kendi kadınınızdan daha güzel, kiminiz daha az güzel diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız, daha doğrusu, öteki fotoğraflarına bakarsanız, Simone de Beauvoir için "Acayip güzel kadın" diyeniniz belki de hiç çıkmaz.
Ama aynanın önünde o duruş var ya...
İşte o duruş, hakikati bütün çırılçıplaklığıyla yüzümüze vuruyor.
Kadını güzel yapan, efsane haline getiren başka şeyler de var. Dedim ya, mesele aynanın önünde öyle durmayı bilmek. O vurdumduymazlık. O kendinden emin olma hali. Ve özellikle de, bir erkeğin nazarlarının üzerinde olduğu hissini, gövdesinin her santimetrekaresinde hissediyor olma şuuru.
Kadının en karşı konulamaz Allah vergisi...
Erkeği ise en mahveden şey.
Hele hele aynanın karşısındaki yatakta yatan erkek Jean-Paul Sartre’sa... "İş İşten Geçti"nin yazarıysa. O kadının kendine güveni, şehvetin de en güçlüsü haline gelir. İki efsaneden tarihi bir narsisizm doğar ve bizi de o hedonizme davet eder.
O aynada görünen kadın ve görünmeyen erkek, bize şu ebedi mesajı iletir. Her kadın ve her erkek, kendi efsanesini, kendi iki kişilik tarikatını yaratır. Öyle bir tarikat ki, her şeyh kendi sırası geldiğinde aynanın karşısına geçer; sonra yerine oturup mürit olur. Her mürit, sonsuz bir aşkla aynanın önünde kendi sırasını bekler. Allah, erkek ve kadını işte bu sırayla yaratır... Kimin şeyh, kimin mürit olduğunun bilinmediği bir sırayla.
* * *
O fotoğraf bana, Titien’in "Urbino Venüsü" tablosunu hatırlattı. Venüs’lerin hepsi güzeldir. Ama Urbino Venüsü bana bambaşka şeyler anlatıyor.
Bazen kendi kendime şu soruyu soruyorum: Kadın gövdesinin üzerinden şehvet tülünü alıp atın, geriye ne kalır? Urbino Venüsü’ne baktıkça o sorunun cevabını kolayca verebiliyorum. Geriye çok şey kalır. Allah’ın insana verdiği en güzel hazlardan biri kalır. Seyretme hazzı...
Ama hiçbir haz bedelsiz değildir. Her erkek, hayranlıkla, tutkuyla seyrettiği o kadın gövdesinin karşısında aynı zamanda dünyanın en büyük korkusunu yaşar. Kaybetme korkusunu...
İşte o yüzden, çırılçıplak saçlarını arkadan toplayan her kadının baktığı her aynanın arabı, erkeğin felaketini aksettirir. Kaybetme korkusu, muazzam hazzın fiyatıdır. Ve her erkek, o fiyatı ödemeye hazırdır...
Aynanın karşısındaki yatakta yatan erkek Jean-Paul Sartre olsa bile...
yazı da şöyle...
HER ERKEK O BEDELİ ÖDEYECEK
Hangi erkek, hayatının bir gününde, bir anında bunu yaşamamıştır.
Aynanın önünde çırılçıplak, saçlarını arkaya toplayan kadın.
Simone de Beauvoir. Efsane Sartre’ın efsane kadını.
Ve hangi kadın, bir erkeğin ve bir aynanın önünde saçlarını arkadan toplamamıştır.
Önce mi, sonra mı? Yattıktan sonra mı, yoksa kalktıktan sonra mı? Gece yarısı mı, yoksa sabah mı? Ne önemi var.
Hangi kadın aynanın önünde saçlarını toplarken, ona áşık bir erkeğin hayran gözlerini, gövdesinin her santimetrekaresinde hissetmemiştir?
Ve hangi erkek, kadınına o hayran bakışları esirgemiş, o gövde karşısında kaybetme korkusunu yaşamamıştır?
* * *

Ama hepimiz, kendi kendimize şu soruyu sorduk. O fotoğrafta güzel, hatta güzelden de öte, harikulade olan şey nedir? Simone de Beauvoir’in gövdesi mi? Bir estet gözüyle bakarsanız, o gövdenin her tarafında defolar bulabilirsiniz. Kadınsanız, kiminiz kendinizden daha güzel, kiminiz daha az güzel bulabilirsiniz. Erkekseniz, kiminiz onu kendi kadınınızdan daha güzel, kiminiz daha az güzel diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız, daha doğrusu, öteki fotoğraflarına bakarsanız, Simone de Beauvoir için "Acayip güzel kadın" diyeniniz belki de hiç çıkmaz.
Ama aynanın önünde o duruş var ya...
İşte o duruş, hakikati bütün çırılçıplaklığıyla yüzümüze vuruyor.
Kadını güzel yapan, efsane haline getiren başka şeyler de var. Dedim ya, mesele aynanın önünde öyle durmayı bilmek. O vurdumduymazlık. O kendinden emin olma hali. Ve özellikle de, bir erkeğin nazarlarının üzerinde olduğu hissini, gövdesinin her santimetrekaresinde hissediyor olma şuuru.
Kadının en karşı konulamaz Allah vergisi...
Erkeği ise en mahveden şey.
Hele hele aynanın karşısındaki yatakta yatan erkek Jean-Paul Sartre’sa... "İş İşten Geçti"nin yazarıysa. O kadının kendine güveni, şehvetin de en güçlüsü haline gelir. İki efsaneden tarihi bir narsisizm doğar ve bizi de o hedonizme davet eder.
O aynada görünen kadın ve görünmeyen erkek, bize şu ebedi mesajı iletir. Her kadın ve her erkek, kendi efsanesini, kendi iki kişilik tarikatını yaratır. Öyle bir tarikat ki, her şeyh kendi sırası geldiğinde aynanın karşısına geçer; sonra yerine oturup mürit olur. Her mürit, sonsuz bir aşkla aynanın önünde kendi sırasını bekler. Allah, erkek ve kadını işte bu sırayla yaratır... Kimin şeyh, kimin mürit olduğunun bilinmediği bir sırayla.
* * *
O fotoğraf bana, Titien’in "Urbino Venüsü" tablosunu hatırlattı. Venüs’lerin hepsi güzeldir. Ama Urbino Venüsü bana bambaşka şeyler anlatıyor.
Bazen kendi kendime şu soruyu soruyorum: Kadın gövdesinin üzerinden şehvet tülünü alıp atın, geriye ne kalır? Urbino Venüsü’ne baktıkça o sorunun cevabını kolayca verebiliyorum. Geriye çok şey kalır. Allah’ın insana verdiği en güzel hazlardan biri kalır. Seyretme hazzı...
Ama hiçbir haz bedelsiz değildir. Her erkek, hayranlıkla, tutkuyla seyrettiği o kadın gövdesinin karşısında aynı zamanda dünyanın en büyük korkusunu yaşar. Kaybetme korkusunu...
İşte o yüzden, çırılçıplak saçlarını arkadan toplayan her kadının baktığı her aynanın arabı, erkeğin felaketini aksettirir. Kaybetme korkusu, muazzam hazzın fiyatıdır. Ve her erkek, o fiyatı ödemeye hazırdır...
Aynanın karşısındaki yatakta yatan erkek Jean-Paul Sartre olsa bile...
LabeLs:
bedel ödemek,
kadınlar,
pazar günü,
simone de beauvoir
Subscribe to:
Posts (Atom)