Wednesday, February 27, 2008

her şeyi al..

Tabii daha sonra arabanın radyosundan bir şarkı fırlıyor insanın savunmasız kulağına doğru ve sabahki neşesinden bir parça bile bırakmıyor zavallı suratında. Hayat denen şey mi böyle yoksa sadece benimkisi mi bilmiyorum ama yoruyor canımı. Bi öyle; bi böyle.
Azıcık sıksanız kalır zaten bu can elinizde daha ne verip almadınız ki kendisinden vurup duruyorsunuz yerlere.
Ben sadece sevmek istedim, hesapsız, kitapsız; taşsız, sopasız. Yanlış yaptım bir yerlerde. Ya en başında ya da ortalara doğru ama nerde?! Bir kişi olacaktı benim için, sen olacaktın. Evime girip günün dedikodikodularını anlatacaktım, yorgunluğumuzu birbirimize top gibi atıp yuvarlayıp saç diplerimizde azaltacaktık, gözgöze bakıp çıldırırken bir an hipnotize olmuş gibi uyuyacaktık sehpanın altında, rezervuar bazen delirmelerimizle dolacak taşacak ve ben uykulu gözlerle çıplak ayağımı sürüye sürüye gidip sifonu çekecektim boşluğa, hem çok fazla ses çıkaran buzdolabının fişini çeker içinde domates yetiştiridik belki, bahçede de buğday başakları olurdu buyumuz kadar kurabiyler için özel olarak ellerimizle büyüttüğümüz.
Benim masalım buydu...
Gerçekçi gelmedi hayalleri ve kimsenin masalı almadı içine çaldığında kapıyı CırCır böceğini. Bütün yaz şarkı söyleyip öttüğü içinse cezası donarak ölmek oldu. Yazık oldu..

...............

bye byee bye byee

Herkesin bir "i will survive" şarkısı vardır çekmecesinde böyle durumlar için. Benimkisi cinsiyet açısından biraz kadar karışık durumlar arzetse de Lenny Kravitz'in böğüren sesinden American Woman. Bayılıyorum sözün bittiği yerde on beş sayfalık bir yazı yerine üç dakikalık bir şarkının insanoğlunun imdadına yetişmesine. Sabırsız ve arsız ruhuma armağan ediyorum bu eğlenceli bağırtıyı o zaman.



"don't come hanging around my door
i don't want to see your face no mo..."

Monday, February 25, 2008

özlemeyi bile isteyememek

çok uzun zamandan beri ilk defa, bu kadar uzun bir hatta, otobüse bindim. cam kenarına oturdum ve ankarayı izledim. ne kadar da özlemişim pencereden 60 km/h hızla akan şehri izlemeyi, yanımdaki yakınımdakilere yabancı olmayı, damdan kapıdan bir sürü şeyi düşünmeyi.
düşündüm... düşündükçe korktum...
eskiye dönmek istemediğimi farkettim iliklerime kadar. bu şehrin hiç de sempatik olmayan duraklarını, sokaklarını sırf hayatıma bi yerlerden bulaştığı için özlediğim gibi canımı acıtmış tüm çirkinlikleri de bir kaç güzel hatıra uğruna özlemekten korktum. pencereden bakıp kendime tekrar ettim tüm mide bulandıran ayrıntıları teker teker.
güvenmediğim, hep kandırıldığımı hissettiğim daha sonra her şeyi bilsem de alışkanlıktan kendi rızamla kanmaya devam ettiğim bir oyunun en iyi yardımcı kadın oyuncusuydum, yeniden olmaktan korktum.

böyle iyidir ey sevgili "beyn"im, kendinize oyunlar oynamayınız durunuz durduğunuz yerde, kafa tasımın içerisinde. bakınız bahar geliyor, güneşiyle yeşiliyle. biliyoruum.. biliyorumm.. daha bitmedi kara şubat ama önümüz mis gibi bir bahar. ben her bahar aşık olurum diyemesem de aşık olmuş kadar olurum hem. mutlu edeceğim sizi de, bedenimi de. bir kez olsun sakinleşin ve güvenin sahibinize..

Friday, February 22, 2008

şubTematmuZ

türkiye karışık; ben ondan karışık. ama böyle bi ülkede geleceğim nasıl şekillenecek acaba? diye düşünecek kadar iyimserim demek ki hala.
buraya da bütün bu yazıları sadece şu an içinde olduğum büyük boşluktan dolayı yazıyorum aslında. anlatmaya çalışmak, kelimelerle oynamak, cümleler yaratmak bence en büyük emek harcanması gereken işlerden. küçümsenmeye gelmeyecek kadar özel, saçma amaçlara hizmet etmeyecek kadar mağrur. okumayan, büyük yazarların büyük karakterlerinden hiçbirini tanımayan nasıl da oturup felsefe ve edebiyat "parçalayabilir" hiç bilmiyorum onu da!
benim yazdıklarımsa bu anlamda yazılabileceklerin binde birine yaklaşamaz bile. yani bildikçe, daha ne çok şeyi bilmediğini bilir oluyor insan.
ben yani şahsım bazen rahatlamak bazen tarihleri ve isimleri hatırlamak için çizip karalıyorum işte.

bu tarih de bu aptal internet alemine şöyle kaydolsun:

beş sene önce olmayan bir şey, birden bire şimdi oldurulabilir mi?
-zor.
denenmeye değer mi?
-neler neler değmedi ki?
e ee o zaman?
-zor işte! bildiğim tek şey bu: zor!

Wednesday, February 20, 2008

ben gerçekten gittim..

bunca olup bitenden bihaber herkes. sandıkları ve inandıkları şeye gömüşler kafalarını ve istesem de gösteremem ben zaten herhangi birine diğer tarafını. bilmiyosunuz o adamın ne menem bir rezaletten ibaret olduğunu! ve onca olandan sonra nasıl bir cüret ve nasıl bir erdemsizlikle lafı ordan buradan uzattıktan sonra karşıma geçip sen buranın yedeğisin haberin olsun diyip aptal bir sevgiyle kucaklayabildiğini beni?
kimsin sen? kimimsin? yanında taktıdığım sosyal maske mi seni böylesine yüreklenmekten alıkoymayan yoksa saygım, sessizliğim mi? kendimden tiksiniyorum artık, saygım kalmadı ne geçmişime ne oluşacak geleceğime. kurduğum, kurmaya çalıştığım her yeni düzenden apar topar ama ağlayarak, yanarak kaçmamı sağlayan tek şey olan bu egosu sendromlu aptal insanlar hep olcak mı? onca zorlukla, dişle, tırnakla, kanla inşaa edilmiş olan; sırf yaşanan çirkeflikler de altında kalsın diye temeline yerleştirilmiş bi dinamitle böyle yıkılacak mı her seferinde? kolay mı?
geri dönmeyeceğim. her hafta elime harçlık sayılıyo olması ne kadar gücüme gitse de geri dönmeyeceğim. aptal bir oluşumun salak bir yedeği değilim, olmayacağım.

çok klişe, çok çiğ bir laf belki ama sevmiyorum erkek insanı artık. çıplak yaralar gibi batıyor evrimleşmemiş yanları gözüme, geçer biliyorum ama midem bulanıyor bu sıralar. şu an hayatımda olmaması böyle bir insan öncesi varlığın tam isabet aslında. dayanamazdım çünkü değme tiyatroculara taş çıkaracak şekilde rol yapmaya karşılarında: bilmiyomuş gibi davranmaya, gönüllü aldanmaya, gizin kapakların arkasındaki merak etmiyormuşçasına yaşamaya çalışmaya!

her şeyden gittim ben bu ara. bilerek ve isteyerek gittim. tüm iyi yanları benim, ölene kadar benim, kimse alamaz elimden yaşadığım mutlu manyaklıkları ama olmayan tüm şey o mutlulukları hala ayırt edebilen çocuk beynimi de bulandırmadan, katranla sıvamadan önce gittim ben hepsinden.

Monday, February 18, 2008

ünzile

bundan dört sene önce güzel arkadaşımı o deliğin içine koyarlarken nefret etmiştim topraktan, gökten, edilen tüm dualardan. sadece sabit bir şekilde öylece durduğumu ve kanlanmış gözlerimle kendimi bi şeylere ikna etmeye çalıştığımı hatırlıyorum: ölen beden bu kadar genç ve minicik olmadıkça üzülmeyecektim hiç bir gidişe. yılllardır yapmadığım şeyi yapıyorum Nilay'ı yazıyorum ve aslında yazamıyorum. her şeyle ilgili kelimeleri yanyana getirmek çok kolayken Nilay için bu kadar zor. çünkü sıfatlar karıştı, oyun bozuldu; herkesten daha çok hayat olan biri doğduğundan sadece 21 sene sonra ölüm oldu. aslında olamadı. ondan zor yazmak. insan neden bahsedeceğini bilmiyor bir türlü. artık ilk günkü gibi kızamıyor, bağıramıyor ve lanetler de okuyamıyor. bunları artık yapamadığı gibi özlenen'e kavuşamayacağını bilen beyni de zaman ile oynayarak uyuşturuyor özlemini.
aysel gürel ölmüş dedi annem dün salondan koridora doğru. üzülmedim, üzülmek nasıl bi şey bilirim ama boğazım düğüm düğüm oldu, ilk defa televizyondan hayatıma girmiş birinin ölüm haberine sızladı içim. ünzile insan dölü diye başlayan ve her duyduğumda elimi kolumu nereye koyacağımı bilmediğim o şarkının yazarının gidişineydi üzüntüm sanırım.
ve ben bu hislerle başlayan bi hafta nasıl biter bilmiyorum.

ünzile insan dölü, bilinmezlere gebe
sırların mihnetini yükleyip de beline

varmadan sekizine....

Sunday, February 17, 2008

seyretmek

Miskin, her zamanki gibi karanlık ve her zamankinden farklı olarak bol karlı bir pazar günü ve ailemin şaşmaz değişmez en büyük ritüeli "pazar gazeteleri"... Bu bloga yazacağım ilk postun bu gazetelerin içinden ve Ertuğrul Özkök'ün köşesinden olacağı benim de aklıma pek gelmezdi ama rastlantı tanrısı insanı karşısına ne getiriyorsa o yaşanıyor, biliyorum ve bunu pek de sorgulamıyorum artık. Aslında güzel olan şu: bu garip dünyada yıllardır abartmadan, eksiltmeden, boğmadan, boğuşmadan sevdiğin ve ölmediği sürece gitmeyeceğinden emin olduğun bir insanın gözlerinin de bu gün bir süre aynı yazıda takılı kalmış olması.

yazı da şöyle...



HER ERKEK O BEDELİ ÖDEYECEK

Hangi erkek, hayatının bir gününde, bir anında bunu yaşamamıştır.
Aynanın önünde çırılçıplak, saçlarını arkaya toplayan kadın.
Simone de Beauvoir. Efsane Sartre’ın efsane kadını.
Ve hangi kadın, bir erkeğin ve bir aynanın önünde saçlarını arkadan toplamamıştır.
Önce mi, sonra mı? Yattıktan sonra mı, yoksa kalktıktan sonra mı? Gece yarısı mı, yoksa sabah mı? Ne önemi var.
Hangi kadın aynanın önünde saçlarını toplarken, ona áşık bir erkeğin hayran gözlerini, gövdesinin her santimetrekaresinde hissetmemiştir?
Ve hangi erkek, kadınına o hayran bakışları esirgemiş, o gövde karşısında kaybetme korkusunu yaşamamıştır?
* * *
Nouvel Observateur Dergisi, Simone de Beauvoir’in o muhteşem fotoğrafını yayınladı ve hepimizin şahsi tarih kitapları yeniden açıldı. Şu sayfada onu, bu sayfada yine onu gördük. Hatırladık.
Ama hepimiz, kendi kendimize şu soruyu sorduk. O fotoğrafta güzel, hatta güzelden de öte, harikulade olan şey nedir? Simone de Beauvoir’in gövdesi mi? Bir estet gözüyle bakarsanız, o gövdenin her tarafında defolar bulabilirsiniz. Kadınsanız, kiminiz kendinizden daha güzel, kiminiz daha az güzel bulabilirsiniz. Erkekseniz, kiminiz onu kendi kadınınızdan daha güzel, kiminiz daha az güzel diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız, daha doğrusu, öteki fotoğraflarına bakarsanız, Simone de Beauvoir için "Acayip güzel kadın" diyeniniz belki de hiç çıkmaz.
Ama aynanın önünde o duruş var ya...
İşte o duruş, hakikati bütün çırılçıplaklığıyla yüzümüze vuruyor.
Kadını güzel yapan, efsane haline getiren başka şeyler de var. Dedim ya, mesele aynanın önünde öyle durmayı bilmek. O vurdumduymazlık. O kendinden emin olma hali. Ve özellikle de, bir erkeğin nazarlarının üzerinde olduğu hissini, gövdesinin her santimetrekaresinde hissediyor olma şuuru.
Kadının en karşı konulamaz Allah vergisi...
Erkeği ise en mahveden şey.
Hele hele aynanın karşısındaki yatakta yatan erkek Jean-Paul Sartre’sa... "İş İşten Geçti"nin yazarıysa. O kadının kendine güveni, şehvetin de en güçlüsü haline gelir. İki efsaneden tarihi bir narsisizm doğar ve bizi de o hedonizme davet eder.
O aynada görünen kadın ve görünmeyen erkek, bize şu ebedi mesajı iletir. Her kadın ve her erkek, kendi efsanesini, kendi iki kişilik tarikatını yaratır. Öyle bir tarikat ki, her şeyh kendi sırası geldiğinde aynanın karşısına geçer; sonra yerine oturup mürit olur. Her mürit, sonsuz bir aşkla aynanın önünde kendi sırasını bekler. Allah, erkek ve kadını işte bu sırayla yaratır... Kimin şeyh, kimin mürit olduğunun bilinmediği bir sırayla.
* * *
O fotoğraf bana, Titien’in "Urbino Venüsü" tablosunu hatırlattı. Venüs’lerin hepsi güzeldir. Ama Urbino Venüsü bana bambaşka şeyler anlatıyor.
Bazen kendi kendime şu soruyu soruyorum: Kadın gövdesinin üzerinden şehvet tülünü alıp atın, geriye ne kalır? Urbino Venüsü’ne baktıkça o sorunun cevabını kolayca verebiliyorum. Geriye çok şey kalır. Allah’ın insana verdiği en güzel hazlardan biri kalır. Seyretme hazzı...
Ama hiçbir haz bedelsiz değildir. Her erkek, hayranlıkla, tutkuyla seyrettiği o kadın gövdesinin karşısında aynı zamanda dünyanın en büyük korkusunu yaşar. Kaybetme korkusunu...
İşte o yüzden, çırılçıplak saçlarını arkadan toplayan her kadının baktığı her aynanın arabı, erkeğin felaketini aksettirir. Kaybetme korkusu, muazzam hazzın fiyatıdır. Ve her erkek, o fiyatı ödemeye hazırdır...
Aynanın karşısındaki yatakta yatan erkek Jean-Paul Sartre olsa bile...